İnsanlık, Varoluş’unu ve Tabu’larını Hatırlayarak, Şizofreni İlletinden ve “Dinsel Mugâlâta”lardan Kurtulmalıdır Artık…
Bir defa, -normal- bir insanın, kardeşlerine, anne, teyze ve dayılarına karşı cinsel ilgi (veya çekim) duymadığını düşünün. Sonra da böyle bir bîgâneliği, karşı cinsle fizikî temas hâlinde –ritmi bozmadan- yaptığınız halay, horon, vals, tango vs. gibi danslarda da yaşadığınızı hatırlayın. İşte o zaman anlayacaksınız ki “cinsel tabu”, ritmik âyinlerle kazanılmış (ritm melekesinden mütevellid) bir “cinsel tutukluk” hâlidir; yoksa, dinsel (ahlâki) öğreti ve yasaklarla kazanılmış bir şartlanma (veya terbiye) değildir. Bu tutukluk, “ritm melekesi”nin türevi olan aklın, doğruluk ve güzellik mevhumlarını yaratan kararlılaşma hallerinde de –irâde adıyla- aynen sürdüğü içindir ki, bireylerin “melekî rezonans” hâlinde bulunduğu ana merkezli akraba topluluklarında, insanlığın başlangıcından beri –bir şekilde- hükmünü yürütmektedir. Dinlerin, bu tabuyu “ahlâkî yasak” şeklinde sahiplenip, bir “Allah” mitosunun emri olarak tanıtması, “Panteist-Zon”un inkâr edilerek unutulduğu Tarihî Devirler’de, peygamberler gibi iyi niyetli insanların, bilinçsizce yaptığı bir spekülâsyon olarak izah edilebilir ancak… Bu spekülâsyon, üreme (işgücü yaratma) ihtiyacına binaen tesis edilmiş “ana+baba+çocuklar” şeklindeki çekirdek ailede sürdürülemediği içindir ki, insanların melekeleri zayıflamış, ve dolayısile de insest vakaları ve eşcinsellik sapmaları hızla artmıştır; haremlik-selâmlık diye bölümlere ayrılmış büyük konaklarda yaşayan geniş (veya feodal) ailelerden sarfınazar… Öte yandan, topluca yemek yeme hallerinde biri, diğerleriyle veya sofradaki bir “otorite”yle uzlaşmaz fikir ayrılığına düşerse, lokmalarını yutamaz veya boğazı düğümlenir (yutkunma refleksi felç olur), dolayısile de sofrayı terk eder (hatta kusar); ki bu da, toplu yemeklerin dahî melekelerin eşgüdümüyle, yani “beslenme tabusu”nun koordinasyonuyla yendiğini göstermektedir. Ayrıca, düşünceleri zıt, veya melekeleri muhtel olan insanlarla, birlikte yemek yenilemediği, ve bu hususta barıştırma ve uyuşturma ziyafetlerinin düzenlendiği de, herkesin bildiği bir gerçektir… O halde demek ki, dinlerin patent altına alarak, didaktik öğretilerle koruyup yayabileceğini sandığı “ahlâk”, aslında sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid akıl ve iradeyle birlikte var olan, ve dolayısile, ana rahminden itibaren –tedricen- kazanılan, ve de gittikçe telâfisi zorlaşan (hatta imkânsızlaşan) bir haslettir. Dinlerin yaymaya çalıştığı ahlâk anlayışı ise, aslında, “zâhiren ahlâklı görünme” artistliğinden başka bir şey değildir.
Diğer yandan ilk insanlar, yüzbinlerce (belki milyonlarca) yıl süresince yaptıkları ritmik hareketlerini (âyinlerini), ister istemez (gayri ihtiyârî) de yapacak kadar “meleke”leştirdiklerinde, edindikleri “zaman” ve “mekân” mevhumlarıyla birlikte, ordinalite (sıralık) ve kardinalite (çokluk) ölçümlerini de gerçekleştirmiş, ve bu iki ölçümü bünyesinde özellik olarak taşıyan sanal “sayı” kavramını yaratmışlardır. Demek ki, bilimsel düşünce de aslında, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden kaynaklanan, dolayısile –insanları beslenme ve seksten alıkoyarak- tabuları (iradeyi) tahkim eden bir faaliyettir… Ayrıca konuşma ve melodi (katlı tonlarda ses çıkarma) becerileri de, ritm melekesinin türevleridir. Çünki, bir amaç uğruna ses çıkarmak gerektiğinde –tüm hayvanların yaptığı gibi- çığlık, hırlama, kükreme, uluma, havlama vs. gibi sesler veya bunların mahdut varyasyonları yeterli olmaktadır. O halde konuşma, ritmik tepinmeler sırasında, göğüs kafesinin sıkışmasıyla, istenç dışı olarak nefes borusundan tazyikle çıkan havanın, -ağız kenarlarında yanak veya avurtlar da yaratarak- meydana getirdiği hecelerin kompozisyonları şeklinde doğmuş, ve bunların olay, olgu ve duygulara tekabül ettirilmesiyle de işlev kazanmış olmalıdır. Konuşmanın veya söylemlerin akılla (dolayısile tabularla) ilişkisi, sâdece şiir şeklinde olanları için söz konusudur; vezin ve kâfiyelerin melekelerden mütevellid olması, dolayısile hıfsetme kolaylığı sağlaması sebebiyle… Yoksa nesir türündeki “mecazî sözler” retoriği, her türlü yalana dolana ve mugalataya imkân sağlayan, dolayısile insanı “akıllı hayvan” şekline dönüştüren veya dejenere eden bir araç olmuştur; tarihî devirler boyunca… Ve Şeytan adıyla sembolize edilen “Aristo Mantığı’nın paradoksu” da, bu retorik içinde neşvü nemâ bulup, kendine faaliyet alanı sağlamıştır. Yoksa Şeytan’ın, matematiksel mantıkla gerçekleştirilen bilimsel düşünce içinde var olabilmesi mümkün değildir… Melodi ise, ritmik tepinmelerde (âyinlerde), hızlanma ve yavaşlamaların katlı frekanslarda yapılması zorunluluğundan dolayı, ses kascıklarının da katlı şiddetlerde kasılması sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Zira doğada, taklit edilebilecek, katlı tonlarda ses çıkaran –müzik âleti gibi- hiçbir nesne veya olay yoktur. Dolayısile şarkı ve müzik de, aklı ve tabuları yaratan ritm ve sıralama melekelerinin ürünüdür; ve de gâyet insanî bir etkinliktir.
İlk insan, sayma (ritm) melekesinin sağlamlaşmasıyla ateşi kullanma (zamanlama) yetisini, sıralama melekesinin oturmasıyla da çizgi çizme (resim yapma) yetisini kazandıktan sonra, tasarlama düşüncesini ve nedensellik mantığını edinmiş, dolayısile de plânlı-projeli büyük işler başarmıştır; ziraat ve inşaat başlıkları kapsamında… Ama bu noktada da, ritmik âyinlerin verdiği birlik ve güvenlik hissinden mütevellid Uluruh (Pan) kavramı kaybolup yerine, olgu ve olayları yapan ve yaratan mitik Tanrı(lar) kavramı geçmiştir; önce gerçek kralların, sonra da soyut mitosların şahsında… Böylece de, sayma/sıralama melekeleri ve türevleri gibi, insanlığı ve aklı vâreden fonksiyonel nedenler, insan aklının sonucu, insan da, Tanrı mitosunun sonucu (yaratığı) sanılmıştır. Mesela bugün bile hâlâ, insanlığı yaratmış olan ritm melekesinin, melodilerin (şarkıların) ve sayıların, her dilde ayrı metaforlarla ifade edilen bir “akıl” ile, tasarlanarak yaratıldığına inanılmaktadır. Çünki, Tarihî Devirler’e geçiş negasyonunda (veya anti-tez katlanmasında) sebeplerle sonuçlar yer değiştirerek, varoluşun, bir fail tarafından tasarlanarak ve/veya modellenerek gerçekleştirildiği inancı, bir “galat-ı meşhur” olarak kafalara kazınmıştır. Oysa artık biliyoruz ki, her oluşumun başlangıcı “kaos”tur; ve burada aranması gereken yaratıcı (fail) değil, başlangıç parametreleridir. Antik Yunan’da, en büyük Tanrı’nın adı olan Kaos, gerçekten de tanrılığa lâyık bir kavramdı; ama O’nu, “uçsuz bucaksız büyüklükte, boş bir mekân” şeklinde –galat olarak- tanımlamasalardı… Mesela koskoca bir Evren’i yaratan “Big-Bang” adlı kaos bile boyutsuz olup, birbirinden ayrılamayan “zaman+mekân+kütle” çıkış parametreleri ile anlamlandırılabilmektedir. İnsanı yaratan kaostan çıkış parametreleri ise, “ritm melekesi+sıralama melekesi+sayı” üçlüsüdür. Bütün fizikî fonksiyonlarda zaman parametresi, mekan parametresi ve kütle parametresi mutlaka bir arada bulunur; zira biri olmazsa diğerleri de mevcut olamaz. Aynı şekilde “ritm melekesi”, “sıralama melekesi” ve “sayı” parametreleri de, tüm insanî fonksiyonlarda bir arada bulunur; bilimsel (objektif) düşünmekte ve şarkı söylemekte olduğu gibi… Ve daha sonra da bunlardan, çok parametreli fonksiyonlar ve çok boyutlu uzaylar türemektedir... Ama nevar ki, tarihî devirlerin başlarında, ekin ekmeyi, yazı yazmayı, görkemli mezar ve tapınaklar yapmayı akletmiş olan “tanrı-kral”lar, nedensellik mantığının dedüksiyon metodu mucibince, tüm yaptıklarını, “aklı da akletmiş olan mitos (tanrı)”ların mârifeti olarak görüp, bu muhayyel mitleri, mücessem sembollerle (heykellerle) ifade etmişlerdir. Peygamberlerin yaptığı ise, zaman içinde “tanrı-kral” düzenlerinin yozlaşması üzerine, halkların, taştan sembolleri gerçek(muhayyel) Tanrı mitosları yerine koyar hâle gelmelerini önlemeye mâtuf bir reformasyon harekâtıdır sâdece… Yoksa onlar da aynen ilk “tanrı-kral”lar gibi, insanlığın yüz binlerce yılda kazandığı sayma(ritm) ve sıralama melekeleri sâyesinde edindiği aklı ile, aynı sebepten mütevellid içgüdü frenlerini (veya tabularını), muhayyel “tanrı” mitlerine atfederek, onlar nâmına çiftleşme reçeteleri uyduran düzenbazlardır; Panteist-Zon’un inkârcıları veya bunakları olarak… Peygamber öğretilerinin (dinlerin), bu kadar yaygın ve kalıcı olmasının sebebini ise, herkesin –seçkinlik derecesine göre- ayrı anlamlar çıkardığı Hiyeroglif yazısının yerine, sesleri kaydettiği için herkesçe aynı anlaşılan bugünkü yazı türünün geçmesine, ve de yazının, okuma bilmeyen geniş halk kitleleri üzerinde yarattığı büyü (hipnoz) etkisine bağlayabiliriz. Zira, bir zamanlar söylenmiş sözlerin, din kitaplarındaki kayıtlarını (yazılarını) yüzlerce, hatta binlerce yıl sonra seslendiren kişiler (din adamları), cahil insanlar üzerinde, gaipten sesleniyorlarmış gibi bir algı da yaratmışlardır; aynen ilk çıktığında, “gramofon-taş plâk” ikilisinin, insanlarda uyandırdığı hayret hissi gibi…
Tarihî Devirler’in Sonunda, Şizofreni İlletinden Nasıl Kurtuldum?!..
Babam, Yük.İnş.Müh. Mehmet Orhan Güran, Batı felsefesini bilen, ve de Tasavvuf’tan anlayan bir mütefekkirdi aslında… Kendisi, çok küçük yaşlarımda, –bile- çaldığı enstrümanlara doğru ritmle eşlik etmemden etkilenerek beni matematiğe yönlendirmiş, ve ilkokuldan itibaren üniversitedeki ilk yılıma kadar bana problemler sormuş bir “matematik öğretmenim”di aynı zamanda… Ama, Tasavvuf felsefesiyle de kafamı çok yoran bir hocaydı O… Üniversitedeki ilk yılımın hitâmında, sorduğu bir “çift katlı integral” hesabını kısa zamanda yapmam üzerine bana, “artık sana matematikten soru soramam” demiş, ve de kendince beni, “calculus matematiği”nden mezun etmişti. Ondan bir yıl kadar sonra, Cahit Arf’ın tedrisini müteakip ben de kendisine, “bilimsel (matematiksel) mantık ile din mantığı diye bir –şizofrenik- ayrım yapılamaz; bir gün mutlaka, din denilen tarihî fenomen, bilimle izah edilecektir” diyerek, âdeta bir ultimatom vermiştim. Bunun üzerine babam, “kimler, ne zaman yapabilir ki bu izahı?” diye şüphe belirttiğinde ise, “ben yapacağım!” diye cevap vermiş, ve de kendisinin hayretengiz bakışlarla “belki, ama ben görmem” dediğini duymuştum; hiç unutmam…
Ord. , Prof. , Dr. gibi akademik ünvanları kullanmaktan hiç hoşlanmayan, ve de anti-kariyerist ve anti-spesiyalist tutumuyla gerçek bir bilim adamı olan hocam CAHİT ARF, 1959-60 ders yılında bize “Analiz II” dersini anlatıyordu; ki 1960’ın ilk aylarında bir gün, hiç umulmadık şekilde –cümlemize- bir ev ödevi verdi. Ve bir haftalık süre verdiği bu ödev için, istediğimiz hocalardan ve kişilerden yardım alabileceğimiz serbestîsini de tanıdı bize… Çok yadırgadığım ve bir anlam veremediğim bu ödev, matematiksel (veya sembolik) mantık denilen, ama Set Theory diye de anılan branşta tertiplenmiş bir konjoktür sorunsalı (problematiği) idi… Sonradan anladığıma göre Hoca o zaman, bizi, bir nevî inisiyasyon (seçilim) sınavından geçirmek istemiş, ve bunun için de, “matematik hesap (calculus) – matematik analiz – matematik(sel) mantık” diye kademelenen matematiğin en üst (soyut) seviyesinden bir konjoktür meselesi atmıştı ortaya… Zira konjoktür sorunsalları, sonucu belirli (bilmece gibi) matematik problemlerine benzemez, ucu açık bir araştırma ve yaratıcılık gerektirirdi; ki yaratıcılığın sınanacağı en uygun ortam ise, ne sayılarla uğraşılan “calculus” kademesi, ne de yaklaşık limitler ve transandant sayılarla uğraşılan “analiz” kademesi olabilirdi. Yaratıcılığı ortaya çıkaracak en uygun ortam, hiçbir özelliği bulunmayan –en soyut- elemanlardan müteşekkil kümeler (setler) alanı olabilirdi ancak… Zaten Hoca’nın, Almanya’daki büyük matematik otoritesi H.Hasse ile birlikte yapmış olduğu –geometriyle ilgili- cihanşümûl çalışması da bu alandaydı… Cahit Hoca’nın bize, üzerinde düşünmemiz ve araştırma yapmamız için verdiği konjoktür problematiği, “verili alandaki kümeler arasında düşünülebilecek relâsyonlar ve çıkarılabilecek problemler nelerdir?” anlamında bir meseleydi. Kümeler Teorisi’ndeki böyle bir problematik, fizikî veya sosyal ortamlarda, “kaç parametre (değişken) görüyorsunuz?” gibi bir ferâset ölçme sorunsalına tekabül ediyordu; ki bu da, verilen ödevin aslında, bir “inisiyasyon (seçilim)” sınavı olduğunu gösteriyordu… Son tahlilde anlaşılıyordu ki Cahit Arf, böyle bir sorunsal’ı ortaya atmakla, tüm matematik bölümü (enstitüsü) çapında bir ortak çalışma, tartışma ve sivrilme (temayüz etme) platformu tesis etmek istemişti. Ama nevar ki sonunda, bir tek benim çalışmamı değerli bulmuş, diğerlerini ise, değerlendirmeye –bile- değer görmemişti; benim çıkardığım sonuçların yarısına dahî ulaşamadıkları için… Müteakiben de, Matematik Bölümü’ne –her bakımdan- ders vermek ve de beni onurlandırmak üzere, “Ali gel, bu derste beni asiste et!” diyerek beni kürsüye çağırmıştı. O gün, üst üste iki ders boyunca, Hoca’yla birlikte “sorunsal”ı anlattık; meseleye bir şekilde muttalî olmuş Doç. veya Prof. ünvanlı öğretim üyelerinin de anlamaları, ve -“intihal” etmek şeklinde dahî olsa- yararlanmaları için… Dersten sonra da Cahit Arf, beni makam odasına götürerek, “artık bundan sonra burada çalışabilir, ve istediğin kitaplarımdan da yararlanabilirsin” demişti; âdeta ikinci kez ödüllendirircesine… Cahit Arf bu girişimleriyle, öğretim üyesi olarak yetiştirilen normal mezunların dışında, bir de, “bilim adamları” kadrosu oluşturmak istiyordu; üniversiteleri, çömez yetiştiren Aristo Akademyası formatından çıkararak, Pisagor okuluna (tarikatına) benzetmek üzere… Ama sonunda, uhdesinde bulunan Teorik Fizik kürsüsünün başına –ABD’deki değerli fizikçimiz- Feza Gürsey’i getirmek istediğinde, Senato ve onu güdüm altında tutan Askerî Cunta ile ihtilâfa düşerek istifa etti. Aynı sıralarda -27 Mayısçı- Askerî Cunta sempatizanı bazı Doçentler de bana, “Ali, Türkiye’nin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var” diyerek, ayağımı denk atmam ve –orijinal çalışmalar yapmak husûsunda- fazla ileri gitmemem için beni uyarmaktaydılar. Ama Cahit Arf, matematiğin en üst (soyut) mertebesine çıkararak, bana öyle bir motivasyon vermiş ve özgüven kazandırmıştı ki, gözüm hiçbir “akademik kariyer”i görecek ve ona değer atfedecek halde değildi. Hele ki Cahit Hoca’dan sonra, kifayetsiz ve güdümlü akademisyenlerin riyâsetinde öğretim görevlisi olarak ünivesitelerde çalışmaya, hiç niyetim ve hevesim yoktu; hangi ünvanı verirlerse versinler… İşte bu şekildedir ki, asker kafasıyla hareket eden akademisyen müsveddeleri, değerli bilim adamlarını üniversite(ler)den ve idarî mevkilerden uzaklaştırmak sûretiyle, “medrese eğitimi”ne doğru hızla yol aldılar… Artık, hangi matematik teorisiyle ilgilenirsem ilgileneyim, Cahit Hoca’nın beni soktuğu yoldan kendimi alamıyor, ve de “önemli keşif”imi bu yolda yapacağıma inanıyordum. Nitekim 1962 Nisan’ında, verdiği Teorik Cebir dersinde kendisini asiste etmek üzere Ege Üniversitesi’ne gittiğimde, Masatoşi (Gündüz) İkeda bana, Set Teori, Matematiksel Mantık, Sembolik Mantık gibi değişik isimlerle anılan en soyut matematik dalının veya kademesinin, Russell Paradoks’un keşfinden sonra dahî “tartışmalı”lığını sürdürdüğünü söyledi; ve de sözkonusu paradoksun en veciz ifadesini nakletti. Zaten ben de, bir süre önce gördüğüm Well-Ordering Principle (İyi-Sıralanma Prensibi) içindeki “sıralanma” sözcüğünün kaypaklığını fark etmiş, ve de “verili elemanların apriori (veya Allah tarafından) sıralanmış olduğu mu anlatılmak isteniyor, yoksa onları biz insanlar mı sıralıyoruz?” sorusuna cevap aramıştım. Ve de haklı olarak, “kelimelerle düzenbazlık yapılıyor” kanısına varmıştım. Fakat üstâdım M.İkeda, bilimsel düşüncenin temelindeki (mantığındaki) bu kafa karışıklığına ve kavram kargaşasına rağmen hep, “matematikle müzik arasında –analojik benzerlikten sarfınazar- maddi bir ortak nokta (orijin) bulunmalı” şeklindeki “sorunsal”ı, tekrarlayıp durmuş, ve âdeta kafama kazımıştır. Bunun üzerine ben de, 20 küsur yıl boyunca, “matematik notasyonlarıyla, davranış ve olayların maddi ortak noktası ne olabilir ki?” diye düşünüp durdum. Ama en sonunda da anladım ki, insanî davranış ve olayları matematiksel notasyonlara (sayılara) çeviren “transkripsiyon”, ölçüm veya ölçme faaliyetinden başka bir şey değildir; ve bütün ölçümlerin anası da, aklın icadı sayılamayacak olan “ritm melekesi”dir.
Masatoşi (Gündüz) İkeda üstâdımdan da ayrıldıktan (ayrılmak zorunda kaldıktan) iki yıl kadar sonra, Bilimsel Sosyalizm de denilen ideolojiyi tetebbu ederken anladım ki, insan hakkındaki bir fikriyâtın bilimsel olabilmesi için, insanla hayvan arasında olması gereken “maddi kategorik fark”ın bilinmesi şarttır; ki bu fark, “akıl” gibi bir metaforla adlandırılarak, tanımlanmış gibi gösterilmeye (yutturulmaya) çalışılsa da… Dolayısile, insan düşüncesinin en soyut hâli olan Matematiksel Mantık, diğer bilimsel teorilerde yapıldığı gibi, aklın dışarıda bırakılması sûretiyle izah edilemez, ve Set Teori diye adlandırılamaz. Yani Matematiksel Mantık, insan aklının icat (veya tertip) ettiği bir teori olarak değil, aklın oluşumuyla birlikte ortaya çıkmış bir disiplin olarak kavranmalıdır… Ben bu hükme vardıktan 20 yıl kadar sonra, içinde bulunduğum cezaevi şartlarında yaptığım gözlem ve deneyler sonucunda da anladım ki, insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark, aklın da temelini teşkil eden “ritm melekesi”dir. Dolayısile, Matematiksel Mantık’ın “İyi-Sıralanma Prensibi” de, “insanî davranışlar” kümesi içindeki mütekabili olan “ritm melekesi”nin zihnî türevi (sıralama melekesi) olarak anlaşılmalıdır. Demek ki, gözü olan tüm hayvanlarla aynı gördüğümüzü farzederek, bir Yaratıcı (Tanrı)’ya mâlettiğimiz taktirde, “mevcûdât (her şey)” kümesi, bir paradoksla (Russell Paradoks’la) sakatlanmakta ve malûl hâle gelmektedir. Düşüncemizi bu paradokstan kurtarmak üzere varsaydığımız prensip(ler)i, yine Tanrı mitosuna atfettiğimiz taktirde ise, gözü olan hayvanların da “iyi-sıralanma prensibi”ni idrâk ettiklerini, dolayısile kıyas ve ölçme yapabilip bilimsel bilgi üretebileceklerini kabul etmek gibi bir ahmaklığa düşmekteyiz… Gerçekten de böyle bir kavram kargaşası ve tartışma ortamı, yüz yılı aşkın bir süredir, matematikçiler ve düşünürler arasında yaşanmıştır; ve küllenmiş gibi görünse de, bugün hâlâ yaşanmaktadır. Çünki bu müteredditlerin bir kısmı önce, Allah’ın yarattığı “mevcûdât” kümesinde paradoks olamaz diye direnerek Russell Paradoks’a karşı çıkmışlar, ve bunlardan biri olan Alman matematik otoritesi G.Cantor –bile- çıldırarak tımarhâneye düşmüştür. Daha sonra, Russell Paradoks’u kabul edip, bunu kaldıran Matematiksel Mantık prensip(ler)ini benimsediler ama, yine de –dindarlığa bulaşmış- bir kısmı, bu prensiplerin aslında, insan yapısı olan Set Teori ile kaim varsayımlar olduğunu, dolayısile Teori diye adlandırdıkları Matematiksel Mantık’ın –gelişerek- değişmesiyle, her teoride olduğu gibi bunların da değişebileceği îmâsına müstenîden bir beklenti (erteleme) yaratmaya çalıştılar. Ve böyle bir “kararsızlık” stratejisi güderek de, Allah mitosunu yaşatmaya, ve dolayısile aklı, dışarıda (tanımsız) bir Allah yapımı olarak tutmaya devam edebileceklerini sandılar. Oysa İyi-Sıralanma Prensibi denilen varsayım (veya aksiyom) aslında, insanların ister istemez (zorunlu olarak) çalıştırdıkları “ritm melekesi”nin, zihnimizdeki aksi olan “sıralama melekesi”nden başka bir şey değildi; ki akıl denilen fonksiyonun da temelini teşkil ediyordu. Esasen akıl da, çevreyi değiştiren (bilim yapan) bir etkinlikti; yani dışarıdan zaman içinde (sayılıp ölçülerek) alınan verilerin, zihinde sıralandırılıp seçilmeleriyle (permütasyon ve kombinasyonlarıyla) varılan kararlılaşma hallerinin tekrardan dışarıya yansıtılması veya tatbik edilmesi demekti. Dolayısile, melekelerden mütevellit akıl, ister istemez (gayri ihtiyârî) çalışarak maddi olgu ve olayları zihinsel (sanal) elemanlara, sanal elemanların matematiksel çıkarımlarını da, maddi olgu ve olaylara çeviren bir transkripsiyon aracıydı; ki –kapitalist çıkarlarına hizmet etmek gibi- amaçlı (ısmarlama) işlerde zorlanır ama, çarpıcı (öne çıkan) verileri otomatikman değerlendirerek çabucak hükme varabilirdi… Din takıntılı düşünür, bilimci ve matematikçiler nasıl ki, 1901’de Russell Paradoks’un keşfini müteakip uzun yıllar bunu, “Allah’ın verisinde paradoks olmaz” diyerek tımarhaneye girme pahasına reddettilerse, aynı takıntılı insanlar bu sefer de, Well-Ordering Principle gibi (mümasili) aksiyomların dahî Allah vergisi olabileceği îmasıyla insanlığı cinnete sürüklemektedirler. Oysa gâyet açıktır ki, en soyut düşünce disiplini olan Matematiksel Mantık’tan sonra, Antropoloji’ye ve insanlığın başlangıcına (akıllanma zonuna) bağlanılmak sûretiyle, insanî oluşumun, “tabulu panteist zon”, “tanrılı tarihî devirler” ve “bilinçli tarih sonrası” diye adlandırdığımız “tez – antitez – sentez” şeklindeki Diyalektik Siklus’u –kalite farkıyla- kapanmış olmaktadır. Aksi taktirde ise yolun, bireysel delirmelerden, kitlesel cinnetlere vardıktan sonra, oradan da Kıyamet’e çıkacağı âşikârdır. Dinlerin, bilim üzerine –tarihte görülmedik biçimde- yaptığı bugünkü baskının (ve/veya yönlendirmenin) gücü, tabii ki Kapitalizm’le bütünleşmesinden kaynaklanmaktadır.
“Din + Kapitalizm” Kompleksi, Bir “Simbiyotik Canavar”dır Aslında…
Bugünkü küresel kapitalizmle mücadele (veya anti-emperyalizm) artık, tam anlamıyla bir “deli gömleği giydirme” savaşımına dönüşmüştür; bilimcilerin bile, ısmarlanmış Kapitalist projelerin adamı olup olmama şeklinde ayrışmalarıyla birlikte… Kaldı ki Kapitalizm, hakiki (klinik vak’a) şizofreni hastalarının câzip bulduğu ve temerküz ettiği bir ideoloji hâline gelmekle de, gerçekten “deli gömleği” giymeye hak kazanmıştır artık… Zira Kapitalizmde, her türlü başarının, piyasalardaki “getiri” ile ölçüldüğü, ve insanların kitlesel taleplerini de, içgüdüsel (hayvanî) ihtiyaçların ve hazların belirlediği düşünüldüğünde, insanî (mantıkî) tutarlılığın ve kişilik bütünlüğünün hiçbir önemi kalmamaktadır. Ve böylece de, toplumlarda (ve devletlerde) bir menfî seleksiyon (negatif seçilim) sistematiği tesis edilmiş olmaktadır… Ama nevar ki, bu şizofrenik (parçalanmış kişilikli) insanlar cemiyeti, ilk “tanrı-kral”lardan kalma bir muhayyel yaratıcı (ve yönetici) Allah mitosunun emrinde çalıştıklarına inandırılarak, mistik (dinsel) bir mugalâtayla âdeta rasyonalize edilmektedir. Oysa bugün, yapay akıl üzerine çalışıldığına göre, aklın nesnel (bilimsel) tanımının da biliniyor olması, veya en azından buna yaklaşılmış olması gerekmektedir. Ancak bu tanım, patronlar tarafından açıklanmamakta ve açıklatılmamaktadır. Çünki, akıllı robotlar geliştirildikçe, -çevresini insan gibi (zaman ve mekân farkındalığıyla) algılayamadığı halde, algılamış taklidi yapan- akılsız (aklı kıt) insanların da deşifre ve likide edilmesi gerekecektir; kapitalistlerin emrine girmiş acımasız “akıllı robot”lar tarafından, toplumsal istismarın ve katliamların korkunç boyutlara vardırılmaması için… Ayrıca, insanlar arasından akılsızların (veya az akıllıların) deşifre olmasıyla, “piyasa seçilimi” yolundan zenginleşerek itibar kazananların da, genellikle akılsız (ve ahlâksız) insan olduklarının anlaşılacağı, ve dolayısile Kapitalizm’in –dinsel kamuflajına rağmen- çöküşe geçeceği öngörülebildiği için… İşte paradoksal Aristo Mantığı’nın insanlığı getirdiği nokta (çıkmaz), yani Russell Paradoks’un pratikteki nihâyi tezahürü budur: Bir yandan, akıllı mahlûk (robot) yaratarak tanrılaşmakta olan, ama diğer yandan da, Allah diye muhayyel bir yaratıcı mitosa (hatta mitoslara) tapınan bir insanlık… Böyle bir insanlığın, kendi kendini yiyeceği, ve sözkonusu paradokstan kurtulmak için de, devletlerin doğru (inisiye) insan seçilimi ve sıralanmasıyla teşkil edilmesi zorunluluğu, gâyet açıktır. Evet, belki büyük (stratejik) yatırımları devletler yönlendirmektedir ama, o devletlerin başına geçmek için de, içgüdüsel saiklerle teveccüh gösteren halkların, ve stratejik finans merkezleri oluşturmuş büyük kapitalistlerin desteğini almak gerekmektedir; demokratik(!) olarak… Onun içindir ki insanlık, içgüdüsel tüketim için üretmek üzere şartlandırılmış olan, dolayısile de nüfûsunu ve faunasını daima genişleterek Dünya’nın biyolojik ve fizikî dengelerini bozan, bir acaip “ehlî hayvanlar” sürüsü hâline gelmiştir. Bu yüzden de, kapitalist ve dinci mantık (çoban mantığı) mûcibince, insanların zaman zaman –savaşlarla- itlâf edilmeleri, taktik tedbirler olarak, Uzay’a yayılmaları da stratejik projeler olarak geliştirilmektedir. Oysa rakip –hayvanlardan oluşan- faunalarla kontrola alınmış bir “eko-sistem”in mütemmim cüzü olmaktan çıkarılarak, alabildiğine genişleyen rakipsiz bir “insan faunası” yaratmaya çalışmak, insanları birbirine kırdırmak demektir; ki kapitalizm de, tam bunu yapmaktadır… Akıllı(!) hayvan gruplarının oluşturduğu bu “modern cangıl” ortamında, insanlığı yeniden ayağa kaldırmak için, hayvanlar âleminden temâyüz eden ilk atalarımızın yaptığını yapmamız gerekmektedir. Yani onlar, ritmik hareketler yapmak sûretiyle nasıl, cangılın refleksif etkileşim (etki-tepki) devrelerinin dışına çıkarak sâbitleşmişler, ve en korkunç yırtıcıların bile saygısını (saldırmazlığını) kazanmışlarsa, şimdi de, melekeleri güçlü bireylerin bir araya gelerek, aklın tanımı ve Diyalektik Antropoloji konusunda kararlılaşarak sâbitleşmeleri, ve tüm tartışmaların (mugalâtaların) üstüne çıkmaları gerekmektedir. Melekeleri güçlü insanların bir araya gelmeye başlamalarıyla birlikte, -melekî rezonansın şiddetlenmesiyle- oluşturacakları çekim gücü (toparlanma) ve yaratıcılık potansiyeli (üretilecek projeler), logaritmik veya eksponansiyel eğri şeklinde yükselecektir. Unutulmamalıdır ki, Anadolu’nun gerçek fatihleri de, hem düzene uyumsuz deliler, abdallar çıkarmak, hem de düzenin sömürgen sosyo-ekonomik ilişkilerine bulaşmadan, “kademli, şerbetli, elyak insan seçilimi” yapan Fütüvvet teşkilâtı kurmakla, cihanşümûl bir fetih gerçekleştirmişlerdir. Onun içindir ki, emperyalistlerin eskiden beri uyguladıkları en önemli taktikleri, bir ülkede, akıllı insanlardan herhangi ikisini –bile- bir arada tutmamak, veya aynı yola girmelerini engellemek, ve bu hususta, yerli hasetçilerden (doğal işbirlikçilerden) de destek almak şeklinde gelişmiştir. Zira geri kalmış ülkelerde, sosyo-politik literatürde “küçükburjuva” diye geçen “kifâyetsiz kıskanç (hasetçi)” insanlar pek boldur; ki ülkelerinde, “verem kurdu” olmak gibi bir görev (!) îfâ ederler… Onun için, mevcut bulunan melekeleri sağlam insanların bir araya gelmeleri çok önemlidir; nihayette devletlerin, orijinaline uygun şekilde, kapitalizmden bağımsız olarak, “inisiyasyon seçilimleri”yle reforme veya revize edilmelerini sağlamak üzere…
İnsanın aklını iyi kullanıp kullanmadığını, ve gerçekten bilinçlenip bilinçlenmediğini, Evren’in keşfi için tutulacak yol belirleyecektir; objektif olarak… Çünki, üreme hızını kesmeden, yakın plânetlerden başlayarak kolonileşme şeklinde Uzay’a yayılma –dolayısile Uzay savaşlarına yol açma- stratejisi benimsendiği taktirde, aklını hayvanca kullandığı, ve nüfusu artan bazı hayvan türlerinin yaptığı gibi, topluca intihara yöneldiği anlaşılacaktır; geç de olsa… Yok eğer, melekeleri muhtel bebek doğumlarını engelleyen sıkı bir doğum kontroluyla birlikte, mikrobiyoloji ve mikrokozmos fiziği araştırmalarına yoğunlaştığı taktirde ise, gerçekten Evren fatihliğine soyunduğunu ortaya koyacaktır. Zira Evren fütuhâtının, biyolojik içgüdülerle (beslenme ve üremeyle) hiçbir alâkası yoktur; bilâkis bu yöndeki keşifler –Dünya’nın keşfi aksine- sırf, içgüdülere karşı verilen mücadeleden (tabulardan) mütevellid aklın eseri olacaktır… Devletlerin başına “akl-ı selîm” sâhibi insanlar geçtiğinde, ikinci yolu tutacakları gâyet açıktır ama, “Dinci-Kapitalist” zihniyet her türlü iletişim kanallarından insanların beynini yıkarken, o mevkilere akıllı insanların geçmesi çok zordur. Yani karşımızda, tek mantıkla hareket eden rasyonel bir yaratık değil, simbiyotik bir canavar olan “Din + Kapitalizm” kompleksi vardır aslında… Bu canavarın bir bileşeni, insanları içgüdüsel (hayvanî) tüketime teşvik ederek maddi kazanç (beslenme) sağlarken, diğer (mistik) bileşeni de, dinsel mugâlâta ile, “simbiyotik kompleks”e meşrûiyet kılıfı veya kamuflaj sağlamaktadır. Yani bir bakıma canavar, bir yandan insanlara, “ye, iç, çiftleş; doymazsan Öbür Dünya’da da bu hazlardan var” diye gaz verirken, diğer yandan da, “artı-değer’in hesabını sorma, çünki o hesabı Allah (yani sürü içgüdüsü) bilir” diyerek, insan bilincini ve iradesini yok etmeye çalışmaktadır. Onun içindir ki, insanlığı –içgüdüsel saiklerle- sürü halinde güderek uçuruma (intihara) götüren böyle bir canavar, kendi mantığı ve lâflarıyla muhatap alınamaz. Devlet organizasyonu –orijinalinde olduğu gibi- melekeleri güçlü seçkin (inisiye) insanlardan müteşekkil hâle gelinceye, ve dolayısile, dinci cemaatlere olduğu gibi, kapitalist gruplara karşı da bîgâne (laik) kalıncaya kadar, kapitalizme ve din(ler)e bulaşmamış elyak (seçkin) insanlar, fikirlerinde mus’ır (sâbit) olmalıdırlar.
Son 60 yıl boyunca, düşünceleriyle davranışları arasındaki “feed-back” etkileşimi, içgüdülerle (beslenme, çiftleşme ve korkularla) ilgili hiçbir tesir altında kalmadan uyumlu çalışmış, ve hiç yalpalama yapmamış bir “inisiyatör” olduğum, dolayısile orijinal bir bilimsel çalışma (keşif) yaptığım artık anlaşılmalıdır. Bu keşfin aynı zamanda, insanlığın başlangıcından (panteist-zon’dan) bakiye geleneklerle cihanşümûl fetih yapan atalarımızın uygulamış olduğu “insanî seçilim” usullerinin, modern bilimin ışığında güncellenmesi anlamına geldiği, dolayısile bir “insanî diriliş” harekâtının mukaddimesi demek olduğu da iyi kavranmalıdır. Ve şu nokta da iyi anlaşılmalıdır ki, bir inisiyatör, fikirlerinin yayılması ve realize edilmesi engellendiği sürece, -ister istemez- devamlı çalışan melekeleriyle, soyutlamalar ve türlü reprezentasyonlar yaparak inisiyatifini sürdüren insan demektir. Zira kendini ispatlamak için, peygamberliğini ilân etmek gibi bir şansı da yoktur artık… Ancak, tarihî devirlerde yazılmış olan muazzam açlık ve aşk edebiyâtını lâfla tashih etmek, tabii ki mümkün değildir; birkaç “insan ömrü” boyunca… Neyse ki, insanlığın “tarih sonrası”na intikali, lâfzî iknâ yoluyla değil, “akıl” tanımının ifşâ edilmesiyle birlikte, “yapay akıl” üretiminin de gelişmesiyle gerçekleşecektir. Çünki akıllı bireyler, akılsız (ve ahlâksız) kapitalistlerin, “yapay akıl”larla halkları –ehlî hayvanlar gibi- gütmelerine ve insanlığı felâkete sürüklemelerine izin vermeyeceklerdir… Ayrıca, merak edenler, Tebliğ’lerimden şu sonucu da çıkarabilirler ki, benim için, “akademik kariyer” yapmanın bilimsel çalışma kısmı, “çocuk oyuncağı” gibi bir şeydi. Yani eğer, verilecek titr (ünvan) karşılığında, uzun gençlik yıllarımı “öğretim görevlisi” olarak, ve de “ısmarlama buluş”lar yaparak harcamayı kabul etseydim, hiçbir mesele yoktu… Ama, hem öğrettiği bilgileri kanıksayan ve yaratıcılığını yitiren bir “bilimci taslağı” öğretim görevlisine dönüşmek, hem de gericiliğe -azıttığında- haddini bildirmek anlamındaki “tarihî görev”ime yetişememek (hazırlanamamak) gibi riskleri göze alamadım. Zira hep, CAHİT ARF hocamın bana, “Ali, önündeki problemleri gör!” dediğini duyar gibi oldum.
Ali Ergin Güran: 26 / 08 / 2020