Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Aklı anladığımıza göre, “Panteist Klân” ve orijinal “Tarikat Devleti”nden, Tarihî “Patronaj Devleti”ne nasıl geçtiğimizi çıkarıp, kendimize gelebiliriz.

Hayvanlar ve melekeleri muhtel insanlar, çevre şartları ve rakipleriyle (düşmanlarıyla) refleksif etkileşim içinde, “deneme-yanılma” metodunca, kendilerine hayat sahası açarlar; ki bu arada, farkında olmadan, kendilerini ve çevrelerini de, fauna şartlarının elverdiği ölçüde değiştirirler. İşte onların “düşünce”si bundan ibarettir. Yani hayvanlar ile insanımsıların görüşüne göre, ortada hiçbir “problem” yoktur; onlar için sâdece, çevreye sığınma (veya sığışma) ve uyum sağlama gailesi sözkonusudur. Ama bu arada, hayvanlar için nasıl “kamuflaj” elzemse, insanımsılar için de –bir nevi kamuflaj olan- insan gibi görünmek sorunu sözkonusudur; ki bu sorunu gidermenin en kolay ve kestirme yolu da, bir ideolojik veya dinî kisveye bürünmekten geçer. Çünki aslında, –dinler dahil- tüm ideolojilerin varlık nedeni, insanla hayvan arasındaki farkın (yani aklın), nesnel bir tanımının yapılamamış (veya gizleniyor) olmasına dayanır. Yani bir bakıma ideolojiler, -toplumlardaki çoğunluğu teşkil eden- akılsız insanlara kamuflaj imkânı sağlamaktadır; onları adam (birey) gibi göstererek, patronların “güdüm” rejimlerine meşruiyet kazandırmak üzere… Gerçekten de, insanın ayırt edici özelliği –olduğu kabul edilen- akıl, hâlâ muhtelif dillerde ve söylemlerde ayrı anlamlar ifade eden ve çağrıştıran metaforlarla anlatılmaya ve anlaşılmaya çalışıldığı içindir ki, ideolojilere mahkumiyet devam etmektedir. Oysa insanlar, algılarını transkripte ederek yarattıkları sanal elemanları (geometrik figür, notasyon ve sayıları), zihinlerinde sayıp sıralayarak kararlılaşma hallerine girdiklerinden (düşündüklerinden) dolayı, hem bu kararlarının (hükümlerinin) maddi karşılığını bulup çıkarmak, hem de olayların sebeplerini aramak hususunda problemler yaratırlar. İşte insanlığın ilerlemesi, ve Evren’in dönüştürülmesi anlamındaki etkinlikler (bilim) de, insan aklının yarattığı bu problemlerin çözümleriyle gerçekleşir. Demek ki insan aklının düşüncesi veya tefekkürü (fikir üretimi), problem vaz etmekle başlar. Yoksa, ihtimaller öngörülerek, ve bunlara göre tedbirler hatırlanıp kurgulanarak (yani deneme/yanılma metoduna istinâden) üretilen düşünceler, bir fauna içindeki, belirli aktivitelerin muhtelif gösterilişlerinden başka bir şey değildir; bazı insanımsılar (veya ajan- provokatörler) tarafından “stratejik planlama” ismi verilse de… Yani bir insan, Kapitalizm ideolojisine veya “kapitalist fauna”nın tahkimine hizmet etmiyor da, insanlığın gelişmesi yolunda bir strateji tasarlamak istiyorsa, onun, her şeyden önce ortaya, sosyo-ekonomik krizlerin nedenlerini arayan, veya “olması gereken”i işaret eden bir problem koyması, gerek (olmazsa olmaz) bir şarttır. Onun için bir stratejist (ve/veya politikacı) hata yapmışsa, problemi doğru koyamamış veya görememiş demektir; ki o zaman da, gafletinin bedeli olarak makamından istifa etmesi gerekir. Ama şayet, sözkonusu hata, “insan seçilimi”nin bozukluğundan, yani failin akıl eksikliğinden kaynaklanmışsa, fail aynı zamanda ahlâksız (ve utanmaz) da olacağından dolayı, istifa olayı gerçekleşmez; ve böylece de, hataların kronikleşip yaygınlaşmasına yol açılmış olur. Demek ki, doğru bir toplum ve devlet teşkil edebilmek için, insanların bedenî sayma(ritm) ve zihnî sıralama melekelerinin (yani aklının) test edileceği bir “inisiyasyon (seçilim)” sınavından geçirilerek yükseltilmesi mutlak bir zarûrettir. Kaldı ki bugün, aklın ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu anladığımıza göre, Tarihî Devirler’e geçiş muammasını da –arkeolojik delillere mahkûm olmadan- çözebilir, hatta devletlerin nasıl kurulduğunu da çıkarabiliriz artık… Zira aklın bilincine varmakla, onun oluştuğu Panteist-Zon’u (Tarih Öncesi’ni) anlayabilmemize yarayacak “matematiksel mantık” iskeletini kurmuşuz demektir. Daha doğrusu, matematiksel mantığın, antropolojiyle irtibatını kurduğumuzda ortaya, sapasağlam bir insan(lık) iskeletinin çıktığını görmekteyiz. Çünki matematiksel mantığın “iyi sıralanma prensibi”, tüm insanî davranışların tevellüd ettiği “ritm melekesi”nin, veya “ritmik davranma prensibi”nin zihindeki izdüşümü demek olmaktadır. Yani insanî davranışlar nasıl, ritm melekesiyle terbiye edilmiş primat davranışlarıysa, “matematiksel mantık” düşüncesi de, beş duyu ile elde edilip zihinde kodlanarak sıralanan (dolayısile selekte edilebilen) primat algılarından başka bir şey değildir. Böyle bir iskeleti elde ettikten sonra yapılacak olan, sâdece, arkeolojik ve sosyal antropolojik bulguları iskeletteki yerlerine koymaktan, yani “etlendirme yapmak”tan ibarettir; Dinazor’ların keşfinde yapıldığı gibi… Ve bu arada, günümüze kadar –yozlaşarak- gelmiş “Tarikat” sistematiğinin analiziyle, Panteist veya Uluruhçu topluluklardan, “Devlet” organizasyonuna nasıl geçildiğini de çıkarabiliriz.

Panteist Topluluklar’dan Tarikat Devleti’ne Geçiş…

İnsan aklı veya düşünce faaliyeti, bedenî sayma(ritm) ve zihnî sıralama melekelerinden müteşekkil olduğuna göre, panteist gruplarda sivrilen ilk kamların, şâmanların veya liderlerin de, ritmik hareketleri melekeleştirmiş olan ilk bireylerden çıkması iktizâ etmektedir. Çünki ancak, ritm melekesine sahip biri, besin arama ve avlanma meşgaleleri arasında -gayri ihtiyârî- ritmik davranma ıstırârına girebilir; ve de diğer grup üyelerini takipçi (taklitçi) yaparak, oyununa çekebilir. İnsanlaşacak primatların, topluca ritmik hareketler yapmaya mecbur kalmalarını ancak, bir Kaos ortamıyla açıklayabiliriz; ki bu kaosun ne çeşit bir “şok”la gerçekleştiği hususu (kaos sebebi) ise, sonsuz ihtimaller düşündüren (veya çağrıştıran) spekülâtif bir konudur… Sözkonusu grupsal tepinmelerin, ritüelleşerek “âyin” anlamını kazanması ise, bu hareketlerin, hem vahşi hayvanları –refleksif olmaması hasebiyle- şaşırtarak paralize ettiğinin, hem de topluca avlanma esnasında bireyler arasında senkronizasyonu sağladığının, yani işe yaradığının anlaşılması üzerine gerçekleştiği düşünülebilir; ki bu âyinler, avlanma öncesinde yapılan sembolik “dilek âyinleri” şeklinde günümüze kadar gelmiştir. Hatta bu arada, grup üyeleri arasında teessüs eden ritmik rezonanstan mütevellid birlik ve güven hissinin, Uluruh (Pan) mitine atfedilmesiyle, dilek ve şükür âyinleri ortaya çıkmıştır. Yani önce ritmik tepinmeler, panteist grup üyeleri arasında, ritmik rezonanstan mütevellid birlik ve güven hissi yaratmış, sonra da zihnî “sıralama melekesi”nin dayattığı nedensellik mantığı, bu duyguyu , tüm nedenlerin nedeni Uluruh (Pan) adıyla mitleştirerek, ritmik hareketlerin anlamını, “Uluruh’a yaranma” ritüeli hâline çevirmiştir. Ve bu Uluruh veya Pan mitosu da, -sonradan çıkan- becerilerin anaları anlamına gelen bütün fonksiyonel tanrıların (politeizm tanrılarının) prototipi demek olmuştur. Âyin ritüellerinin giderek, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid becerilerin sembolizmi şeklinde tebellür etmiş olması da, her akıllı insanın yapabileceği bir çıkarımdır; kendini onların yerine koyarak düşündüğünde… Nitekim, ilk ana ritüellerin, “ateşle oynama” becerilerinden mülhem hareketler şeklinde ortaya çıktığı, arkeolojik –hatta yazılı- kanıtlarla bile desteklenen bir gerçektir. Kaldı ki, petrol yataklarının bol ve açık olarak bulunduğu “İran-Mezapotamya” ekseninde, “sönmez ateş” kültünün ortaya çıktığı, ve bunun bir îcabı olarak, ateş vasıtasıyla “inisiyasyon” sınavından geçirilerek seçilip sıralanan “ateş bekçisi rahipler” tarikatının teessüs ettiği, ve bunların, “devlet” dediğimiz örgütün nüvesini oluşturduğu da âşikârdır. Bu tarikat mensuplarından, ayrılanların, her gittikleri yerde kendi “tarik”lerini kurup, çeşitli “inisiyasyon” usulleri geliştirmeleriyle de, yeni yeni devletlerin ortaya çıktığı düşünülebilir. Zira bunların mârifetiyle, panteist kabilelerin yakalanarak işçi kastları hâline getirilip, kitlesel işbölümü düzeni kurulmuş, ve sonra da, “inisiye” rahiplerin aralarından seçtikleri bir başkan (kral prototipi) vasıtasıyla, tarım imparatorlukları tesis edilmiş olmalıdır… Aslında melekelerinin olgunlaşmasıyla, zaman ve mekân farkındalıkları (mevhumları) güçlenen ilk birey insanlar, birbirlerini, “ateşi kullanma” gibi becerilerle sınamaya bile gerek duymadan, oturup kalkmalarından ve hatta yürümelerinden (kademli’liklerinden), yani –kesik kesik (şizofrenik) olmayan- ritmik (kararlı) davranışlarından dahî tanıyabiliyorlardı. Ve dolayısile de, adamlığını (bireyliğini) ispat etmeye kalkan gençler için, çeşitli “inisiyasyon (seçilim)” usulleri icat edebiliyorlardı. Nitekim Tarikat sistematiği –petrolün bulunmadığı- Mısır’a ulaştığında, “inisiyasyon(seçilim)” ve “meditasyon(murakabe)” usullerinin, -sıralama melekesinin (iradenin) baskısıyla- nefes tutma, kalp atışlarını yavaşlatma ve bir takım canbazlık (zamanlama ve sıralama) mârifetlerine dönüştüğünü görüyoruz; ki bu arada, “sönmez ateş” kültü de, “uzaktaki büyük sönmez ateş (Güneş)” tapıncına tahavvül ediyor. Ateşperestlerin “ateşi yalama” ritüeli (becerisi) de, Güneşperestlerde, “doğan Güneş’in, çöl kumlarını yalayan huzmelerini öpme” şeklindeki tapınç ritüeline dönüşüyor; ki İslamiyet’in namaz (salat) adlı ibadeti de buradan geliyor… Ama her halükârda Mısır’daki devleti, Güneş Kültü rahiplerinden müteşekkil bir tarikat kurmuş, ve bu tarikat, devlet yönetimini hânedanlığa terkederken de, KHUFU (Keops) gibi –sonraki hiçbir hânedanın ulaşamadığı ebatta- emsalsiz bir Piramit’i, insanî düzenlerinin nişânesi olarak, müteakip nesillerin gözüne sokmuştur…

Orijinal Tarikat Devleti’nden, Tarihî Patronaj Devleti’ne Geçiş:

Gelişmiş birey, hem yaptığı buluşlarını, refleksif alışkanlıklar hâline getirerek kazandığı becerileri, hem de bunları yaratıp geliştirmesini sağlayan sayma(ritm) ve sıralama melekeleri ile birlikte, psiko-sosyal bir organizmaydı aslında… Ve yarattığı “devlet” de, bu organizmanın, topluma, “meslekî kast”lar ve “yönetim mercii” olarak aksettirilen bir projeksiyonundan başka bir şey değildi. Zira onların, “devlet” gibi bir organizasyon için örnek alabilecekleri, doğal bir yapı sözkonusu –bile- değildi. Birey insanın, psiko-sosyal kişiliğini topluma yansıttıktan sonra, yönetim mevkiinde –yoldaşlarını tasfiye ederek- tek (yalnız) kalması, ve dolayısile araç, gereç ve zahire olarak tüm toplumsal “artı-değer”i sahiplenip, kitlesel işbölümü düzeniyle muazzam işler başararak kendini, “herşeye muktedir Tanrı” sanması gâyet tabii bir gelişmeydi. Herne kadar “ölüm” olayı, “mutlak iktidar” ülküsüne halel getirse de, bir muhayyel “öbür dünya” veya “ölümden sonra diriliş” masallarıyla buna da çâre bulmuştu, o yalnız birey… Ama giderek, Arz’ı, deryaları ve yıldızları yapamadığını anlayarak, onları yaratan daha büyük –görünmez- ilâhlarla iktidarını paylaşmıştı; ki onların da, tüm topluma yönelik kasırga, sel, kuraklık, deprem vs. gibi felâketler yaratıp cezalar vermeleri dışında, şahsına karşı bir zararları (veya müeyyideleri) pek yoktu. İşte bu yüzdendir ki, hânedan kuran ilk “tanrı-kral”lar, var saydıkları görünmez ilahları, kendilerine akraba yaptılar; muhayyel arkadaşlar edinip onlarla konuşan çocuklar gibi… İnisiye olarak selekte edilmiş bireylerden (ateş veya güneş tapıncı rahiplerinden) oluşan yönetici tarikatındaki diğer yoldaşlarını tasfiye ederek tek (yalnız) kalan bir yönetici, iktidarının sürekliliği için, tabii ki kendi çocuğunu (genellikle oğlunu) veliaht yapacaktı. Zira evlâdını kendine benzetiyor, ve dolayısile kendindeki hasletlerin ona da geçmiş olacağını düşünüyordu. Oysa babadan oğula, genetik olarak intikal eden özellikler, biyolojik (bedensel) benzerliklerden maadâ, sâdece huy ve becerilerdi; yoksa, melekelerin gücüyle (akılla) ilgili insanî vasıflar, analar yoluyla (ritmik rezonansla) geçiyordu. İşte bu yüzdendir ki, hânedanlar döneminde “devlet” yönetimleri, sık sık “aklı kıt” kralların başa geçmesiyle, büyük bir istikrarsızlık gösterdi. Çünki krallar genellikle, haremlerindeki –melekeleri muhtel- hafifmeşreb kadınlarla çiftleştiler; onları iradesiz ve seksî buldukları için… Ve onların çocukları da “geri” oldu tabii ki… Fakat “tanrı-kral”lar, herne kadar kifayetsiz insanlardan çıktıysa da, kitlelere yaptırdıkları, ve yüzlerine bakmayı bile yasaklayarak ulaşılmazlıklarını vurguladıkları ihtiram seremonileriyle, “mutlak itaat” anlamında katı bir disiplin sağlayabiliyorlardı; ki sonradan dinlere kadar ulaşan “ibadet kültü”nün, böyle başladığı düşünülebilir. Ancak Mısır’daki ilk tapınmaların, hânedan krallarından önce, Güneş rahiplerinin hükümranlığı zamanında, Güneş’e karşı yapılmış olması da muhtemeldir; Güneş’in de ulaşılamaz uzaklıkta olduğu düşünüldüğünde… Yani bu yüzdendir ki, hânedan mensubu “tanrı-kral”ların foyası çıktığında (insanî zaafları anlaşıldığında), “körü körüne disiplin” aracı olan “tapınç kültü” kolayca, kutsal krallara mâtuf olmaktan çıkarılarak, muhayyel İlâh (ve Allah) mitoslarına atfedilebilmişlerdir; peygamberler tarafından… O zamana kadar Tarikat sistematiği de, hânedan mensubu “tanrı-kral”ların ihdâs ettiği patronaj devletlerini örnek alıp, inisiyasyon seçiliminden vaz geçerek, kayırmayla (el vermeyle) üye yükselten cemaatler hâline geldiğinden, iyi niyetli reformistler olan peygamberlerin düzenleri de kısa sürede “feodal ceberutluk”lara dönüşmüştür. Çünki “tapınç kültü”, başlangıcından beri bir insanî disiplin değildi. Belirli işleri yapmaya –ehlî hayvanlar gibi- alıştırılmış insancıkların, akıllarını (melekelerini) çalıştırıp yeni yeni fikirler üretmeye imkân bulamasınlar diye icat edilmiş bir “körü körüne itaat” disiplini, veya “kitlesel hipnoz (uyutma)” tekniği idi; insanların, ulaşılamaz (ve anlaşılamaz) bir yüksek varlığa kafalarını takmalarını, ve böylece de ondan geldiği ifade edilen bütün emirlere uymalarını sağlamak üzere… Bununla birlikte, Tarikat kollarında süregelen, Panteizm’in ritmik âyinleri de, semah, zikr vs. adlarıyla, muhayyel Allah mitosunu anma ve ona bağlanma anlamlarına çekilerek, “kitlesel hipnoz”u kolaylaştıran bir “cezbe ritüeli” hâline getirilmiştir. Böylece de, aklı yaratan ve geliştiren, ve dolayısile de insanları hoşnut eden ritmik hareketler, aklı muhayyel Allah mitosunun (aslında hipnotizmacının) emrine –ipotek- vermek gibi bir amaca mâtuf kılınarak, kötüye kullanılmıştır. Dolayısile de ritmik âyinler, “akıllıcaysa akılsızlığa, akılsızcayca akılılığa hizmet eder” hâle gelmekle, dinlerin (Aristo Mantığı’nın) paradoksunu, veya çıkmazını (yani akıl dışı’lığını) gösteren, hatta ispatlayan –arabanın hem gaz hem fren pedalına aynı anda basmak gibi- bir uygulama olmuştur; ve olmaktadır. Bu dejenerasyona rağmen, “insan seçilimi”ne dayalı Tarikat sistematiğini, “tarihî devirler”de son olarak, panteist geleneklere sahip Türkler, -Tasavvuf fikriyâtıyla değerlendirip- Anadolu fütuhâtında ihyâ etmişler ve kullanmışlardır; 12. Ve 13. Yüzyıllardaki bâriz izlere bakarsak… Yani “kademli”, “şerbetli” ve “elyak(liyakatli)” insan ayıklayan Fütüvvet Teşkilâtı ile, Ortodoks Bizans hegemonyasını zayıflattıktan sonra, Selçuklu hânedanının ihânetine (Haçlılarla birlikte Babailerin ezilmesi hainliğine) uğramış olsalar da, Moğol İstilâsı’nı müteakip Bekdaşiyân adıyla toparlanarak, umdelerini benimseyen ufacık bir Otmanlı Beyliği’ni önlerine katıp, köhne Bizans’ın yerine insanî bir Dünya Devleti (imparatorluk devleti) ikâme etmişlerdir.

Patronaj Devleti ve Kapitalizm İdeolojisi, İnsanlığın Kaderi Değildir:

Hânedan mensubu ilk “tanrı-kral”lardan itibaren, toplumsal “artı-değer”i teşkil eden malları ve mülkleri (taşınmazları) –herhangi bir şekilde- sahiplenmiş olan insanların, veya onların vekillerinin yönettiği devletleri, “Patronaj Devleti” adı altında kategorize etmek, çok münâsip bir tasnif olacaktır. Zira “tanrı-kral” denilen patronlar, muhayyel yaratıcı tanrılarla akraba sayılıyor, ve onlar nâmına tüm “artı-değer”e el koyuyorlardı. Sonra da, tabularla yetişmiş “panteist-zon” insancıklarını, beslenme ve çiftleşme ödülleriyle tenbihleyip -onlara “şartlı refleks”ler kazandırarak-, ehlî hayvanlar gibi çalıştırıyorlardı. Ataerkil verâset hukuku mûcibince değişen krallar giderek “liyâkatsiz”leşince, onlara karşı çıkan peygamberlerin halifeleri ile, onların ardılları feodaller de, Tanrının –apriori (kendiliğinden)- seçkin kulları sayılarak, aynı “patronluk” misyonunu sürdürdüler. Müteakiben ortaya çıkıp da, hâlâ hüküm süren kapitalist patronlar ise, hem bir Allah’a tapınmaya alıştırılmış, hem de birilerinin kendilerine iş vereceği beklentisine sokulmuş insanların indinde, ideolojik liderler oldular. Böylece ortaya çıkan kapitalist ideologlar da, beslenme ve üremeye (çoğalmaya) müstenit “büyüme ekonomisi” ile, bunun üstyapı’sı olarak, “içgüdü-irâde” çelişkisinden mütevellid hissi dalgalanmaların hüküm sürdüğü “ergenlik çağı” sosyolojisini tüm toplumlara dayattılar; pop kültürü adı altında… Ve bu şekilde, ergenlik çağını, hiç takıntısız atlatan güçlü melekeli seçkin insanları da, ergenler gibi yaşamaya veya davranmaya mahkûm ettiler; toplumsal hayatı yenileyemesinler de, kârlarına halel getirmesinler diye… Oysa ergenlik kültürünü, Pan-Kulüp(Klân) zincirleri olarak, tecrit edilmiş alanlardaki etkinlikler şeklinde yaşatmak, çok daha uygundu; ve uygundur. Çünki hem ergenler, ergenliklerini bilmeli, ve aralarından “inisiye(seçkin)” bireylerini çıkarabilmeli, hem de olgunluğa erişenler, tekrardan ergenliğe özenmemelidirler. Bu ayrım yapılmadığı içindir ki, 20.Yüzyılda yaşanan –Dünya savaşları gibi- kitlesel kıyımlara rağmen insan nüfusu, Dünya’nın doğal dengelerini bozacak kadar artmakla beraber, insan formasyonu da “obez” ve “seksopat” denilen şekillerde dejenere olmaya başladı. Ama aynı sıralarda da, hem “sıra dışı varlık(tanrı)” kabulüne imkân sağlayan “mutlak eşitlik” prensibine dayalı Aristo Mantığı’nın paradoksu (Russell Paradoks-1901) keşfedildi, hem de bir primat türünü insana dönüştüren Kaos’tan çıkış parametresinin, “ritm melekesi” olduğu -1985 yılında- anlaşıldı. Böylece de insanlık, aklının, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid kararlılaşma (determinasyon) halleri olduğunu idrâk ederek, sırf beslenme ve çiftleşme (üreme) peşinde koşan biyolojik yaratık olmaktan kurtulup, bilinçli bir varlık hâline gelmeye başladı; bir seçkin (inisiye) azınlığın öncülüğünde… Ve aynı zamanda, “hiçbir parametrenin bulunmadığı veya çalışmadığı bir an” diye tanımlanan Kaos’un içinde veya ardında, çıkış olayımızla ilgili hiçbir fonksiyonel kişiliğin (Tanrı’nın) bulunamayacağının anlaşılmasıyla da, Tarihî Devirler aşılmış oldu. Zira ateşin kullanımı ve beneksiz mağara veya “kaya duvar” resimlerinin yapılmasıyla (15-20 bin yıl önce) girilen tarihî devirlerde, -olgunlaşan ritm melekesinin refleksif etkileşimi engellemesiyle- kurulan uzun nedensellik zincirleri yüzünden, “tüm nedenlerin nedeni” olarak yaratıcı (Tanrı) mitosları var sayılmıştı. Ve böylece de, “mutlak varlık” varsayan bir mantık, (formüle edenin adıyla –tanınan- Aristo Mantığı), içinde taşıdığı paradoksu, veya “akla mugayir”liği ile insanlığın başına belâ olmuştu; hem de dinlerde, Şeytan gibi bir “şirk” unsuruyla demagojiye boğulup üstü örtülerek…

Son tahlilde demek ki, ilk akıllı insanların kurduğu “devlet”, aklın bilincine varılamadığı “tarihî devirler” boyunca, Patronaj Devleti olarak akla mugâyir ideoloji(ler) üretmiş, ve son (Kapitalizm) aşamasında da insanlığı çıkmaza sokmuştur; Dünya’ya sığamayacak kadar çoğaltıp, “şizofren”, “obez” ve “seksopat” şekillerinde dejenerasyona yol açarak… İşte bu çıkmaz durumun zorlamasıyla da, devletlerin başına –hem de halkların oylarıyla- diktatörler geçmeye başlamıştır. Zira alışılagelmiş “büyüme ekonomisi” ile “kâr maksimalizasyonu”nu sürdürebilmek için kurgulanmış projeleri, sonuçlarını hesaplamadan tatbik etmeye kalkacak -“intihar psikozu”nu inisiyatörlük sanan- “gözükara” ve gaddar liderlere ihtiyaç vardır artık… Üstelik bununla birlikte, istikbâle mâtuf fikirler üreten düşünürler de yok olmuşlardır; Aristo Mantığı ile yürütülen akılların stop etmiş olması, ve de metaforlarla üretilen fikirlerin yığılarak, “tekrar”lardan kurtarılamaz hâle gelmesi yüzünden… Bu durum, insanlığın –dinlerin meş’um kehânetine boyun eğip, mazoşist hazcı kapitalistlerin keyfine uyarak- intihara sürüklendiğinin açık belirtisidir. Çünki bundan sonra, sözkonusu diktatörlerin –ister istemez- girecekleri yol, çoğalmayı (üremeyi) teşvik ederek “büyüme ekonomisi”ni sürdürebilmek için, insanları –etnik, dinî veya herhangi bir arkaik ideoloji uyarınca- kitleler hâlinde savaştırmak, ve bu savaş alanlarını ve vasıtalarını genişletip geliştirmek üzere de, Uzay cisimlerinde koloniler kurdurmak şeklinde olacaktır. Dolayısile de, ilk olarak 1945’te kullandıkları nükleer bombaların çok daha gelişmişlerini, Uzay savaşlarında bol bol kullanma imkânına kavuşmuş olacaklardır; Uzay’dan Dünya’ya bakarken, kendilerini çok yücelmiş(!) ve Allah(lığ)a daha yakınlaşmış gibi görerek… Hatta daha şimdiden, Dünya’yı, koskoca galaksilerden birinin kıyısında ufacık bir zerre gibi gösteren “fotomontaj teleskop resimleri”nin yarattığı algıyla küçümsüyor ve küçümsetiyorlar; zaman ve mekânın izâfîliğinden sarfınazar edilip, sanki bütünlüğü kanıtlanmış (kanıtlanabilir) uçsuz bucaksız bir mekân varmış gibi yanlış bir intibâ yaratılmakla… Oysa teleskop ekranlarında gördüğümüz gök cisimlerinin çok büyük bir kısmı binlerce, milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl öncesinin görüntüleridir; ki bunları güncellemek de mümkün değildir. Kaldı ki, tüm dalga boylarındaki ışınımları algılayıp, entropinin artış ve eksilişini de gösterebilen bir teleskop yapılsa, ve de bununla Evren’in bir köşesinden bakılsa Dünya’mız, şişmekte (dağılmakta) olan dopdolu bir Evren’i, gidişâtının tam aksi istikâmetine çağıran (yani toparlanma başlangıcı görünümündeki) bir odak, yani Evren’in merkezi gibi görülecektir.

Aklın ne olduğunun bilinmediği “tarihî devirler”de, “tanrı”lar ve tek tanrının peygamberleri tarafından insanlığa gösterilen bir stratejik hedef vardı; çoğalmak ve Dünya’ya yayılmak anlamında… O hedefe artık varılmış, ve dolayısile de dinlerin (ve Tanrı mitosunun) hükmü bitmiştir; çünki hiçbir din kitabında “Uzay’ın fethi” diye bir konu –bile- yoktur. Demek ki Evren’in fethi ancak, bundan sonra, kendini bilen bir akılla gerçekleştirilecektir. Zira bilinçli bir aklın, kendini kopyalayabilmesi ve dolayısile ölümsüz olması gerekmektedir; ki nitekim de artık, “yapay akıl”lar üretilebilmektedir. Dolayısile bundan sonra, geleneksel (tarihî) insan formasyonuna da gerek kalmayacağı için, insanların biyolojik üreme yoluyla çoğaltılması yerine, aklın kopyalandığı cansız (ölümsüz) formasyonların geliştirilmesi cihetine gidilecektir… Bu aşamaya gelindikten sonra artık, açıkça anlaşılmaktadır ki, dinlerin ve dindarların “kıyâmet” kehâneti ve beklentisi de akla mugâyirdir. Aristo Mantığı’nın paradoksundan (akıl dışı oluşundan) kaynaklanan bu durumu, pratikte de ispatlamak için, aklın (aklımızın) Evren’deki misyonunu ve tutacağı rotayı, açıkça göstermemiz gerekmektedir. Ki böylece, teleskoplarla seyrettikleri, Evren’in “fosil görüntü”lerine nazaran Dünya’yı (ve insanlığı) küçümseyen, ve dolayısile bir “kıyâmet”le yok olmasını mubah sayan “kapitalist dindar”ları açıkça yalanlayabilelim. Zira aslında Dünya, fizikî kozmosu yaratan “Big-Bang” nâm kaostan sonra, iç içe iki kaosun gerçekleştiği, Evren’in bir evrilme dönemecidir. Dolayısile, bilinçlenmiş ve kendini kopyalamaya başlayarak ölümsüzlüğü hedeflemiş bir akıl ile düşünüp de, Evren’deki Genel Determinizm’i (kararlılaşmayı) doğru okuduğumuz, ve buna Tanrı adını taktığımız taktirde anlarız ki, “tarihî devirler”e ait dindar insanların “kıyâmet” beklentisi, Tanrı’ya bühtân etmek (iftira atmak) gibi bir anlama gelmektedir. Çünki ilk akıllanan bilinçsiz insanlar, akıllarını, muhayyel tanrı (sonra da tek tanrı) mitoslarına ipotek etmişlerdi; veya o mitosların –tanımsız (tanımlanamayan)- yaratığı saymışlardı. Ama akıllı insanlar, bilinçlenip de ipoteği çözdüklerinde, sözkonusu mitosların bütün tehditleri ve ibadet yükümlülükleri de geçerliliğini yitirmiştir. Zaten aklın bilincine varamadıkları içindir ki, ilk zamanlarda Patronaj Devleti oluşmuştur; hayvan sürüsünü sürükleyen, “kösemen” misali –hayvanımsı- çoban yöneticiler idaresi anlamında… Dolayısile o önderler de ancak, “yayılabilinecek çayır” stratejileri düşünebildiler, ve çayırların bittiği bir durum için de “kıyâmet” öngörüsünde (!) bulundular; tabiatıyla… Oysa insan, aklını dayanıklı maddelere kopyaladıktan sonra, o akıl gelişerek Evren’in devinimi ve genel determinizmi içindeki yerini bulacak, hatta Evren’in evrilmesinde başı çekecektir; ölümsüzlüğe de ulaşarak… Çünki “aklın cansız maddeye intikâli” derken, sâdece ilk aşamadaki akıllı makineler anlaşılmamalıdır; zira ilerde aklımız, öyle –mikro- kozmik oluşumlara kopyalanabilecek ki, tüm Evren’in deviniminde, inisiyatifi ele alabilecek. Yani her hâlükârda, kendini kopyalayabilen bir akıl, ölümsüzlüğe (yani Tanrılaşmaya) adaydır; hem mutasavvıfların “vahdet-i vücud” prensibini doğrulamak, hem de dindarların, “öteki”leştirerek tapındığı Allah mitosunun abukluğunu, ve sâdece hipnoz (veya istismar)) aracı olarak kullanılabileceğini ispatlamak üzere…

Aklın Nihaî Görevi, Evren’in Deviniminde İnisiyatif Almaktır.

Şimdiye kadar, aklın bilincine varamamış olan kapitalistler, hep Uzayın fethinden bahsettiler; Amerika’yı keşfeder gibi Uzay tekneleriyle Merih’e, Mars’a gidip oralarda koloniler oluşturacakmışız intibaını yaratmak ve insanları bu fikre alıştırmak üzere… Bunu yapabildiler çünki, bütünü göremeyen (düşünemeyen), uzmanlaştırılmış bilimcileri teker teker satın alarak, bir nevî “düşünen köle”ler hâline getirdiler. Oysa bilinçlenmiş akıl artık, Evren’in devinim determinizminin (kararlılaşmasının) diyalektik formülünü, dolayısile de kendinin misyonunu anlamış bulunmaktadır… Aşağıda görüldüğü gibi Evren, son ikisi Dünya’da gerçekleşmiş olan, müteselsil üç kaos olayından mütevellid bir oluşumdur aslında…

1. Kaos: Big-Bang (Tez) - Fizikî Âlem (Kozmos), bir noktadan veya kaostan, bir nevî “kütle+mekân” fışkırması şeklinde meydana çıktığı ve çıkmakta olduğu düşünülen bir oluşumdur; ki buna bazıları, galat olarak “Big-Bang” adını yakıştırmışlardır… Bu Âlemin karakteristik iki kanunu veya prensibi vardır; Eylemsizlik Prensibi ile Termodinamiğin II. Prensibi (Entropinin Artması Prensibi) olmak üzere… Yani “hiçbir cisim, bir dış etken (kuvvet) olmadıkça hareket edemez” ile, “hiçbir cisim, üzerine basınç tatbik edilmedikçe yoğunlaşamaz” anlamındaki prensipler…

2. Kaos: Canlanma (Antitez) - Dünya’daki Canlılar Âlemi de, bir kaostan neşet etmiştir; zira biliyoruz ki, rastlantılara kalmış olsaydı, karbon atomlarının, -bir protein molekülünü meydana getirmek üzere gerekli olan- rastlaşma ve dizilme ihtimalleri, “sonsuzda bir” yani “sıfır” mesâbesindeydi. Bu da demektir ki, Dünya’nın okyanuslarında, protein molekülü oluşurken zaman durmuş, yani bir kaos gerçekleşmiştir… Zaten, içinden çıktığı ortamın kanunlarını inkâr edip kendi kanunlarını yaratan bir kaos’un gerçekleşmiş olduğunu, ve yeni bir âlemin zuhûr ettiğini de, canlılar âlemindeki varlıkların, fizikî âlemin karakteristik prensiplerine uymamalarından çıkarabilmekteyiz. Zira canlılar, hem kendikendilerine hareket edebilmekte, hem de dışardan bir basınç tatbikine ihtiyaç duymadan yoğunlaşabilmektedirler; mesela, sâdece su ve mineral çözeltileri ile Güneş ışığı kullanarak (fotosentezle)… Canlılar Âlemi’nin karakteristik prensipleri ise, beslenme ve üreme içgüdüleri olarak tebellür etmiştir... Ayrıca şu nokta da “kayda değer”dir ki, Fizikî Kozmos’ta, başka kaoslar da meydana gelmiş olabilir ama, bunlardan asla canlı varlıklar çıkmış olamaz; kaosların “biricik”liği sebebiyle… Sözkonusu kaoslardan, kendi kendine hareket edebilen ve yoğunlaşabilen varlıklar doğmuş olabilir ama, “beslenen ve üreyen canlı” formatında varlıklar çıkamaz. Dolayısile, eğer Evren’de başka akıllı varlıklar varsa (oluşmuşsa), biz onlarla ancak, bir ufak yeşil yapraktan “entropiyi azaltma” sırrını öğrendiğimiz zaman irtibat kurabiliriz; ki aynı anda, “kütle çekimi”nin de sırrına erebiliriz.

3. Kaos: Akıllanma (Sentez) - Son olarak, İnsanlık Âlemi’nin de bir kaostan doğduğunu anlamaktayız. Çünki bir defa insan, canlılığın beslenme ve üreme prensiplerine hep direnmiş, hatta akıllanıncaya kadar, bu hususta Tabu’lar (ölümüne yasaklar) ihdâs etmiştir. Canlılar âlemine karşı direnişini ve akıllanmasını sağlayan prensibin de, “ritmik davranma ıstırârı (ritm melekesi)” olduğu anlaşılmıştır; bunun zihinsel türevi olan “sıralama melekesi”nin gelişmesi ve aklın bilincine varmamız dolayısile… Ve de en sonunda, kalite farkıyla başlangıca rücû etmek üzere, çok hızlı sayma-sıralama işlemleri yaparak kararlılaşma hallerine giren bilgisayarlar geliştirmekle, aklını (yani sayma ve sıralama melekelerini) cansız maddeye geçirmeye başlamıştır.

İşte bu tablo, Evren’in total determinizmi (genel kararlılaşma hâli) ile evrilme rotasını ifade etmektedir. Buradan açıkça anlamaktayız ki insan, aklını cansız maddeye intikal ettirmekle yükümlü bir ara formdur; aklının da nihayette, Evren deviniminde inisiyatif alarak Tanrılaşması için… Yoksa, devamlı bilinçlenmekte olan bir varlığın hayvanlar gibi, herhangi bir felâketle –sâdece kemiklerini bırakarak- munkariz olması düşünülemez. Zira insan, hayvanlardan farklı olarak bir “Âhiret (Ebedî Yaşam)” hayal etmişse bu, aklının, biyolojik bedeninden kurtulduktan sonra dahî, çalışmaya devam edeceğine delâlet eder. Nitekim şimdiden öngörebiliriz ki, akıllanan cansız madde bu sefer (kaliteli dönüşünde), Fizikî Kozmos’un “eylemsizlik” ile “entropi artışı” problemlerini çözmüş olarak faaliyet gösterecek, ve Evren’in “tersinir (reversible) davranan bir bütün” olduğunu ispatlayacaktır; mesela, ufak bir yeşil yaprağın vaz ettiği “fotosentez” problemini genelleyip hallederek… Yoksa, bağnaz dindar (yobaz) düşüncesinin dileklerine bırakılsa, “entropinin artışı” prensibi mutlak olmalı ve hep geçerli kalmalı ki, Evren’in genişleyip dağılarak yok olması, bilimsel bir öngörü şeklinde kabul görsün; ve böylece de, metafizik bir yaratıcı (Tanrı) varsayımı, mantıkî bir gerekçeye kavuşsun… Yani bundan (tarihî devirler aşıldıktan) sonra artık, hiçbir zaman, Tanrı diye bir mitos kurgulanıp, ona tapınılmayacaktır; mahalli folklorik “şirinlik”ler şeklinde sürenlerinden sarfınazar… Zira “Tanrı” kavramının mitleştirilerek “öteki”leştirilmesi, “Tanrısal Yol” da diyebileceğimiz bilinçlenme yolundaki ilerlememizi engelleyip mecrâsından saptırmakta, ve dolayısile de, o mitosu karşıtına (Şeytan’a) dönüştürmüş olmaktadır; Russell Paradoks mûcibince…

Tanrısal Rota’yı Anlayanların İhyâ Edeceği Devlet:

Kapitalistler, insanın ne olduğunu bilmeden ve aklın tanımını yapamadan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diye bir “edebiyat metni” yazıp, tüm devletlerden, anayasalarını bu metne uydurmalarını istediler. Oysa yazdıkları metin, sâdece hayvan haklarını savunuyordu; ki böylece de, insanları –şartlı refleksler kazandırmak sûretiyle- ehlî hayvanlar gibi kullandıklarını itiraf etmiş oluyorlardı. Ama artık bundan sonra anayasalar, aklın sonsuza doğru giden bilinçlenme rotasına uygun bir şekilde yazılacak, ve de bu metinlerde, Evren’in devinim diyalektiğine aykırı veya zararlı olabilecek hiçbir hüküm bulunmayacaktır. Bu cümleden olarak ilk önce, “büyüme ekonomisi”ni teşvik eden maddeler çıkarılıp yerine, sıkı bir doğum kontroluyla birlikte, yaratıcılığı ve verimliliği arttırmak anlamındaki “yükselme ekonomisi”ne uygun maddeler konulacaktır. Zira artık, insanlık âleminin mikrokozmosunu (panteist-zon’u) keşfettiğimize ve aklın bilincine vardığımıza göre, hangi kadınların hangi şartlarda “melekeleri sağlıklı” bebekler doğurup büyütebileceğini de anlamış bulunmaktayız. Dolayısile bundan sonra, sırf üreme saikiyle ve cinsel haz tutkusuyla çocuk yapmayı engellemek, insanlığın başlıca görevi olmalıdır; canlı işgücüne ihtiyacımızın kalmadığı bu aşamada, aklımızı yaratan atalarımızın yaşadığı “Tabulu Panteist-Zon” şartlarının güncellenmesi, ve dolayısile de bilinçlenmenin hızlandırılması anlamında… Ve bu arada, eğitim programları çerçevesinde de, lezzet ve şehvet hazlarına olan düşkünlüğün, “akıldan yemek” demek olduğu iyice anlatılmalıdır; ki kapitalist ideolojinin “sebeb-i hikmet”i ortadan kaldırılabilsin… Evren’in fethi (veya zaptedilmesi) konusunda ise, sâdece mikrobiyolojiye ve mikrokozmos fiziğine yoğunlaşılmalı, Uzay cisimlerine (planetlere vs.) de, bilimsel çalışma istasyonlarından başka hiçbir –amaca mâtuf- tesis kurulmamalıdır; Antarktika’da yapılana benzer anlaşmalarla…

Tarih sonrası toplumlarda, -kapitalizm dâhil- hiçbir ideoloji geçerli olamayacağından, siyasi partiler de bulunmayacaktır tabii… Zaten “tarih sonrası”nın bir aşamasından itibaren, tüm insanlığın tek bir devlet çatısı altında birleşeceği de “görünen köy”dür… Toplumlar, temsilcilerini, -bir şekilde temâyüz edip- popüler olmuş adaylar arasından, doğrudan seçmek şeklinde “millet meclisi”ni oluşturmalı, ama bunun yanında bir de, “seçkinler meclisi (senato)” bulunmalıdır. Seçkinler meclisi üyeleri ise, Panteist-Zon Kulüpleri içinde, -para kazanma dürtüsünden kurtulup- “inisiye” olarak temâyüz eden (dolayısile objektif düşünebilen) kişilerin, aralarından uygun görecekleri şahsiyetlerden teşekkül etmelidir. Ve son olarak, devlet başkanı da, Senato tarafından intihâb edilmelidir; ama gerektiğinde azledilmek üzere… Devlet başkanı –icra organı olan- kabinesini, “millet meclisi” üyelerinden oluşturmalı, ve bu meclis aynı zamanda, “yasama” görevi de yapmalıdır. Millet Meclisi’nden çıkan kanunlar, Senato tarafından tetkik, ve icabında veto edilmeli; ama en sonunda Devlet Başkanı’nın taktiri ile yürürlüğe girmeli, veya girmemelidir.

Diğer taraftan, eğitim sistemi içindeki, -bugün üniversite denilen- yüksek okullarda, bilimsel branşlar mümkün olduğunca birleştirilmekle beraber, buralarda bilgi yüklenen öğrenciler arasından, “inisiyasyon” seçilimiyle yaratıcı bireyler ayıklanmalı, diğerleri de öğretmen yapılmalıdır. Doğrudan Matematiksel Mantık kullanmayan branşlar, “inisiyasyon” seçiliminde, “Panteist-Zon Kulüpleri”yle birlikte –kolaborasyon hâlinde- çalışmalıdırlar… İşte ancak bu şekilde, toplumlarda gerek yönetici, gerekse bilimci olarak gerçek (gösteriş yapamayan) seçkin insanlar öne çıkınca, “modalarla, boş gösterişlerle seçkinlik veya üstünlük algısı yaratmak suretiyle kendini empoze etmek” demek olan kapitalist yaşam tarzı, ve dolayısile “büyüme ekonomisi” ile “kâr maksimalizasyonu” sevdası da son bulacaktır. Ondan sonra da hiç kimse, “kapital bekçisi” olmaya heveslenemeyeceği için, bütün işletmeler “vakıf”lara dönüşecektir; sâdece yaratıcı müteşebbis (inisiyatör) insanların aile isimlerini yaşatmak amacına mâtuf olarak…

Akıllanan birey insanın, kendine yönelttiği, en eski temel soru, “ben kimim, ve burada ne işim var?” şeklindedir. Gerçekten de –çevreyle olan refleksif etkileşimden kurtularak- varlığını ve yalnızlığını idrâk eden bireyin, kendini anlamlandırabilmesi için, ya anlaşabileceği bir başka bireye, ya da yapması gereken bir işe veya koyulacağı bir yola ihtiyacı vardır; mantıken… Bu soruya verilen ilk cevap, bugün de yalnızlık çeken pek çok küçük çocuğun yaptığı gibi, muhayyel varlıklarla konuşarak, “benim de özel dostlarım ve koruyucularım var” demek olmuştur; kişiliği tahkim etmek üzere… Küçük çocuk büyürken, nasıl yapacağı işi ve tutacağı yolu bulup hayal görmekten kurtuluyorsa, insanlık da bugün kemâle ererken, artık, Evren’deki yolunu ve misyonunu görüp, hayalî varlıklarla konuşmaktan vaz geçmelidir; ki, her şeyden önce, muhayyel mitlerle (Allah’la) hipnotize edilerek güdülmekten ve dejenere olmaktan kurtulabilsin. Zira bu kapitalist patronajındaki devletlerin, Allah, Râb, God vs. adlı mitosların korumasında topladıkları vergiler, -büyük çapta- kapitalistlerin gösterişlerinin (şovlarının), ve önünde sonunda obez ve seksopat olacak olan insanların, lezzet ve şehvet hazlarının finansmanı ve çeşitlendirilmesi için harcanmaktadır; boşu boşuna… Ve böyle bir –arkaik- tüketim tarzı da insanları, önlerindeki problemleri göremeyip, eski insanların hayalleri ve emelleriyle yaşamaya (yani gericiliğe) mahkûm etmektedir. Onların “problem” olarak gördükleri tek konu, beslenme ve üreme/barınma gâilesidir; ki bütün hayvanlar için de bu böyledir; dolayısile, insan olacak primatlar da bu gâileye takılıp kalsalardı insan olamazlardı, diye düşünmek lâzımdır. İnsan olduktan sonra, insanlaşma sürecini unutarak hayvanlığa özenen insan(lık), gittikçe büyüyen (şişen) –anormal- bir hayvan faunasına dönüşmektedir; genişlediği bütün alanları da mahveden bir faunaya… Son tahlilde anlaşılmalıdır ki, insanlık aklını önce, biyolojik hayatını (hayvanlığını) idâme ettirmek için kullanmış, ama sonra aklı, kendinin bilincine varınca da, biyolojik bedeninden kurtulmayı amaç edinmiştir; edinmektedir.

İTHAF: Bu Tebliğ’mi, hiç tanımadığım ve hangi saikle teveccüh gösterdiğini de pek bilmediğim halde, en koyu “tecrit” altındayken –çalışmamı sürdürebilmem için- “Hızır gibi” yetişip, bana müzâharet eden TANER KOÇAK’a ithaf ediyorum.

Ali Ergin Güran: 27 / 10 / 2020