Aklın Bilincine Varmak, Tarihî (İdeolojik) Devirleri Kapatmak ve Evrensel Determinizm’i Anlamak Demektir.
İnsan(lık), akıllı (akıllanan) bir varlık olarak tebellür etmeye başladıktan sonra, öncelikle hayvânî varlığını güçlendirmeye ve çoğaltmaya (kalıcı kılmaya) çalıştığından dolayı, Kaos’tan çıkış parametresi (ritm melekesi) ile yaşadığı tabulu zamanlarını –üremek uğruna- inkâr (negasyon) etmiş, ve onun için de tarihî devirler boyunca akıllanma süreci, çeşitli yollar (Tarikat) şeklinde dallanarak, ve bunların bir çok kolu da, gizli faaliyet göstererek günümüze ulaşmıştır. Yoksa resmî bilim kurumları (üniversiteler) ve bunların mensupları, patronaj rejimlerinin güdümünde daima, -kantitatif- büyüme ekonomisine hizmet etmek üzere çalışmışlar veya çalıştırılmışlardır. Yani aslında, Tarihî Devirler boyunca müesses yatırımcılık (patronaj) düzenleri hep, yaratıcılığı (bilimciliği) baskılamış, ve de özgürce düşünmeye çalışan insanları gizliliğe mahkûm etmiştir; ki bu gizlilikten de, “derin ilim” başlığı altında kâhinlik, falcılık, büyücülük gibi mistik ve ezoterik sapıtmalar husûle gelmiştir. Doğru usûl ve çabalarla temâyüz eden/ettirilen seçkin (veya inisiye) bilimciler ise, en sonunda (1901-1960-1985 sürecinde), kaotik “varoluş” zonunu keşfederek, tarihî devirleri kapatacak bilinçlenme sürecini başlatmışlardır; seçilim (inisiyasyon) usûllerini de güncelleyerek… Ve müteakiben de, Evrensel Determinizmin (kararlılaşmanın) diyalektiğini formüle etmişlerdir; insanlığın, biyolojik (hayvanî) çekirdeğine rağmen, uymak zorunda olduğu Evrensel veya Tanrısal Yasa anlamında…
Aklın Bilincine (Nesnel Tanımına) Nasıl Varıldı:
Babam Yük.İnş.Müh. Mehmet Orhan Güran, kendimi bildiğimden beri bana, matematiksel sorular (problemler) sorar, ve bir defada doğru cevap verdiğim taktirde de beni ödüllendirirdi. Ama kendisini “deneme-yanılma” aracı (veya partneri) hâline getirecek şekilde, mükerrer cevaplar vermemi de asla kabul etmezdi. Ve bilimciyi kumarbazdan ayıran “kararlılık hâli”nin önemini belirtmek için de, “Ben hep demiryolu köprüleri yapıyor, ve yaptığım o köprülerin üstünden de ilk defa trenle ben geçiyorum. Şayet bir hata yapmış olsam, pardon biraz yanlış olmuş deme şansım yok” derdi… İşte böyle bir disiplin içinde, kararlılık hâlinin ne olduğunu anlayarak yaşadığım “orta tahsil” hayatım boyunca, matematik ve fizik hocaları tarafından çok taktir edildim. Ama “sonucu belirli problemler” çözdüğüm için de, hiçbir zaman kendimde kategorik bir seçkinlik vehmetmedim; zira hep, “aklı olan ve gerekli bilgilere vâkıf bulunan herkes, iyi bir gününde bu problemleri çözer” diye düşündüm. Nitekim hâlâ, “içinde bulunduğu teori çerçevesinde sonucu belirli –bilmece gibi- problemler’in çözümü, insanların seçkinliğine delalet etmez” kanısındayım… O zamanki fikrime göre, kendi kendime yolumu bulabilmem için, hiç kimsenin taktirine muhtaç olmadan kendimi değerlendirebilmeli, yani aklın nesnel tanımını yapıp, onun bilincine varabilmeliydim. Ama sonunda anladım ki, bilinçlenmem için de, bir inisiyatör (yaratıcı bilimci) tarafından “inisiyasyon (seçilim)” sınavından geçirilip, değerimin –bana- bildirilmesi gerekiyormuş meğer… Ancak böyle bir sınav, sadece kadîm Tarikat sistematiğinde mevcuttu; ki bunların en ünlülerinden biri de, Sicilya’daki Pisagor’un –bilimsel- tarikiydi. Oysa bugünki üniversiteler, “usta-çırak” veya “çömez yetiştirme” sistemine dayanan Aristo Akademyası’nın uzantılarıydı; ki buralarda zinhâr, hocasını –izinsiz- aşabilen bir talebe düşünülemez, ve dolayısile, mevcut teorilerin içinden de, yeni ufuklar açan buluşlar çıkamazdı. Çünki bu “Aristokratik eğitim sistemi”, esas itibâriyle, bilimin, müesses nizam (patronaj rejimi) dahilinde yapılmasını emrediyordu… Ama ne olduysa oldu, 1960 yılının ilk aylarında, CAHİT ARF adındaki, Dünya çapında tanınmış çok değerli matematikçi olan bir profesör, İst. Üniv. Fen Fak. Matematik Bölümü’nde, ikinci ders yıllarını (dördüncü sömestreyi) idrâk etmekte olan biz öğrencilerine –gönüllü katılımla- bir seçilim (inisiyasyon) sınavı uyguladı; ferâset ölçen “zihnî jimnastik” anlamındaki şekliyle… Bir hafta süre vererek, ve herkese (ve diğer hocalara) danışma serbestîsi de tanıyarak sorduğu sual, “belirli relasyon ve operasyonlar tahtında, bir kümeler kümesi içinde görülebilecek, muhtemel ilişkiler ve problemler nelerdir?” şeklindeydi… Cahit Hoca, yüze yakın kafadan çıkmış olan çalışmaları inceledikten sonra, çalışmamın, diğerlerinden -açık ara farkla- çok daha fazla problem ortaya çıkarmış olduğunu bildirerek beni taltif etti; hem kendini –teorik izahlarının pratiğini göstermek anlamında- asiste ettirmek, hem de makam odasını ve kitaplarını daimî olarak benim kullanımıma açmak suretiyle… Cahit Arf, bu tespitiyle, aynı zamanda, benim, yeni problemler keşfederek, bunların çözümü için yeni teoriler kurabileceğimi, yani “teorisyen” olabileceğimi bildirmiş, ve de bir bakıma, beni, daha ikinci sınıftayken “hükmen mezun” ilân etmişti; ki işte o noktadan sonra da ben, “yeni problemler görerek, kendi kendine gelişme rotasını çizme” liyâkatı anlamında bilinçlenmeye başlamıştım. Aslında Cahit Arf, bizi denemek ve ayıklamak için, bir Matematiksel Mantık Problematiği koymuştu önümüze; ki asrın başında (1901’de), matematikçi olmayan düşünür Bertrand Russell da, böyle bir problematikten, “tüm açık kümelerin kümesi, açıkmıdır yoksa kapalı mı?” sorusunu çıkararak ünlü paradoksunu bulmuş, ve binlerce yıllık Aristo Mantığı’nı (ve dinsel paradigmayı) çürütmüştü… Nitekim, müteakip yıl, derslere de devam edemedim, sınavlara da giremedim; ailevi sorunlar ve hissi fırtınalarla uğraştığım için… Zaten o sırada, “öğretmen yetiştirmek başka, bilim adamı kazanmak başkadır” diyen Cahit Hoca da, Senato’daki –Feza Gürsey’i veto eden- kariyerist şebekeyle ihtilâfa düşerek istifa etmiş ve ayrılmıştı… Ama aynı sıralarda ben, gördüğüm çeşitli insan yüzlerinden (hallerinden), ve aldığım duygusal tenbihlerden müteşekkil kümelerin de bir problematiğinin olması gerektiğini, ve bunun, matematiksel mantıktan kopuk olamayacağını düşünüyordum… Son ders yılında (1961-62), kısa bir süre derslere devam etsem de, 1962 başlarında, Ege Üniversitesi’nden, bir Japon hocayı, vereceği Teorik Cebir dersinde asiste etmek üzere dâvet aldım. Ve de 1 Nisan 1962’den itibaren, laborant kadrosundan maaş almak üzere işe başladım; ki o yılın güzüne kadar da, kalan tüm derslerin sınavlarını –Istanbul’a gide gele- verip, lisans diplomamı tam zamanında aldım… Benim için ikinci büyük şans, üstadım MASATOŞİ (GÜNDÜZ) İKEDA ile tanışmak olmuştu. Kendisi bana, her şeyden önce Russell Paradoks’u anlatmış, ve de henüz lâyıkıyla anlaşılamadığından (ve/veya kabul görmediğinden), dolayısile gereğinin yapılmadığından söz etmişti. Kaldı ki, sohbetlerimizde de defalarca, “matematikle müziğin aynı menşe’den çıkmış olması gerekir” mealindeki fikrini gündeme getirmiş, ve de “şâyet böyle bir orijin ortaya çıkarılabilirse, bu büyük bir zihniyet devrimi yaratır, ve de romantizm devrini –tarihî devirlerle birlikte- bitirir.” demişti; hem de, telli müzik âletlerinin akort matematiğini yapmış (yani Gam’ın sayısal değerlerini çıkarmış) Pisagor’u iyi bilen biri olarak… Yani aslında, üstad İkeda da, bütün problemleri, Matematiksel Mantık Problematiği çerçevesinde görmeye (toplamaya), ve dolayısile üniversiteleri, “seçilim”e dayalı Tarikat Sistematiği şekline çevirmeye eğilimli –patronaj rejiminden bağımsız düşünceli- gerçek bir bilim adamıydı.
C.Arf’ın azmettirmesi, M.İkeda’nın da takviyesiyle matematiğe, -hesap (calculus) ve analiz kademelerinden sonraki- en soyut aşamadan (mantıktan) giriş yapmış, ve de bir teorisyen adayı olarak üniversitelerde temâyüz etmişken, aynı zamanda idârî mercilere ve otoritelere ters düşmüştüm. Zira onlara göre, “Türkiye’nin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var”dı; ki benim de –ortama uymak için- sivriliklerimi (mesela ferâsetimi) törpülemem gerekiyordu. Ama ben artık, Arf ve İkeda üstadlarımdan “fitili almış”tım; dolayısile de teorik bakış ve düşünce faaliyetlerimi durdurabilmem mümkün değildi. Nitekim, üniversitelerdeki meşgûliyetime ara verip de askere gittiğimde, ilk defa Komünizm Literatürü’nü karıştırma fırsatını yakalayınca, -iddialı bir şekilde- Bilimsel Sosyalizm adı takılmış olan bu doktrinin temelinde bir problem olduğunu hemen anladım. Ve de bu husustaki ilk hipotezimi, “İnsaniyetle ilgili bir teorinin bilimsel olması için, insanla hayvan arasındaki kategorik farkın bilinmesi –ve de bu niteliksel farkın, ateşin kullanımıyla ilgili olması- gerekir” şeklinde formüle ettim. Bu şekilde, aynı zamanda, tarih boyunca us, akıl, rasyon vs. gibi metaforlarla anlatılmaya çalışılan insanî fonksiyonun da, maddi tanımını sorgulamış oluyordum. Nitekim yaklaşık 15 yıl boyunca, -yurt içinde ve dışında- sürekli ilişkide bulunduğum komünist kişi ve çevrelerden de öğrendim ki, aslında aklı sorgulayamadıklarından ötürü doktrinleri dogmatikleşmiş. Çünki EMEK = İŞ (mal ve hizmet üreten emek) denkleminin modülünü aramayıp, onu bir özdeşlik gibi kabul edince, tüm insanları da ehlî hayvanlarla bir tutmuşlar. Ve böylece de örgütleri (partileri),”devlet kapitalizmi”ni idealize eden bir avuç “dogma bekçisi” psikopatın ve/veya menfaatperestin riyâsetinde oluşmuş bir “casuslar şebekesi” haline gelmiş; “darbe” ile devleti ele geçirseler de, geçirmeseler de…
Askerliğimin bitiminden hemen sonra, yurt dışından getirttiğim, Matematiksel Mantık (Set Theory) üzerine yazılmış “son (1966) edisyon” kitaplarda, bu mantığın beş eşdeğer aksiyomuna ilk göz attığımda, bunlardan biri çok dikkatimi çekti. Aristo Mantığı’nın paradoksundan kurtulmak için tespit edilmiş beş aksiyom arasındaki bu temel varsayım, Well-Ordering Principle (W.O.) adını taşıyordu. İlk bakışta şu soruyu sordum: Niçin “iyi sıralanmış elemanlar” veya “iyi sıralanabilir elemanlar” kabûlü (aksiyomu) dememişler de, “iyi sıralanma” prensibi (aksiyomu) demişler?... Kaldı ki, “iyi sıralanabilir elemanlar prensibi” demek için, önlerinde bir de, Evren’deki tüm noktaların nasıl sıralanabileceğini gösteren, ve adına Peano Aksiyomu denilen bir metod da vardı… Ama nevar ki, bu sorunun cevabını da, ancak yirmi yıl kadar sonra (1985 baharında) ikamet etmekte olduğum cezaevinde yatarken (çile doldururken) buldum; aramakta olduğum, “insanla hayvan arasındaki kategorik fark”ı fark ettiğim anda… İnsanlar arasında cinsel rekabetin sıfırlandığı, ve beslenme rekabetinin de asgarî düzeye indiği hapisâne şartları, tabulu zamanlardaki ilkel insan topluluklarını aksettiriyordu âdeta… Bu insanları, ideolojik şartlanmalarından da kurtuldukları bir anda yakaladığınızda açıkça görebiliyordunuz ki, insanları hayvanlardan kategorik olarak ayıran parametre, ritmik hareketler, veya bunun, ister istemez yapılan rutin hâli anlamındaki “ritm melekesi”dir. Yani insanların anlaşmalarının (sosyal varlık olmalarının) temelini, Pan veya Uluruh kavramını yaratan, ritmik hareketlerden mütevellid “ritmik rezonans (birlik hissi)” teşkil ediyor. Üstelik bu ritmik davranışlar (ritm melekesi), bazı insanlarda güçlü, bazılarında zayıf da olsa, bir ıstırâr hâli olarak sürüp gidiyor; melekeleri güçlü olanların başını çektiği gruplarda… İşte o zaman anladım ki, insanlardaki “ritmik davranma ıstırârı (ritm melekesi)”, düşünsel (matematiksel) elemanlar kümesinde, “iyi sıralanma prensibi”ni vaz ediyor, hatta dayatıyor. Ve Sembolik Mantık prensibindeki “iyi sıralanma” ibâresi de, aslında, insanın biyolojik (ölümlü) bedeninden dahî kurtularak, sonsuza kadar sürecek olan düşünce fonksiyonunun temel parametresine, yani ritm melekesi ile –cansız varlıklardaki devamı olan- ritmik işlemlere atfen konulmuştu; zamanlar üstü bir bakışla… Zira, “iyi sıralanmış elemanlar” deyimi konulsaydı Prensip, mistik bir gücün (Tanrı’nın) mârifeti sanılabilecek, “iyi sıralanabilir elemanlar” deyiminin kabul edilmesiyle de, bu Aksiyom, insanların istekleri süresince (insan türünün ömrü dâhilinde) geçerli, geçici ve/veya lokal bir kabul anlamında ifadelendirilmiş olacaktı. Yani sözkonusu prensibin, insanî davranışlar kümesindeki mütekabili (veya maddi sebebi) gösterilmedikçe, veya başka bir deyişle, Matematiksel Mantık, Antropoloji’ye dayandırılmadıkça, Aristo Mantığı’ndan ve onun paradoksundan (Russell Paradoks’tan) kurtulunamayacak, ve dolayısile de Kapitalizm gibi birçok spekülâtif (subjektif) öğreti veya ideoloji, insanlığı –Kıyamet’e doğru- gütmeye devam edecekti. Çünki –sıradışı varlıklara cevaz veren- Aristo Mantığı, “her gidişâtın bir başının, bir de sonunun olması gerekir” hükmüyle de, insanlığın mahvını (Kıyamet’i) öngörerek, metafiziğe ve mistisizme kapı açmakta, ve dolayısile (W.O.)’nun evrenselliğini gereksiz saydırabilmekteydi. Buradan da, -antik devirlerden beri- Aristo Mantığı ile kurgulanmış bütün ideolojilerin (dinler dahil) aslında, insanlığın mahvına (Kıyamet’e) çalışan sorumsuz ve hatta provokatif doktrinler olduğu anlaşılmaktaydı. Oysa realitede bütün Evrensel olaylar, dairevî veya tersinir (reversible) olarak yaşanmakta, ve de diyalektik spiral şeklinde gelişmekteydi. Sâdece mahalli (lokal) fenomenler, başlayıp biten (yanıp sönen) olaylar olabilirdi; Dünya’daki bütün canlılar gibi… Ama insan, bir canlı olarak ortaya çıktıysa da sonunda, sayma(ritm) ve sıralama melekeleri kazanarak bir hesap makinesine veya bilgisayara dönüşmüştü; düşüncesine (aklî faaliyetine), cansız bedenlerle de devam edebilmek üzere… Demek ki, (W.O.) prensibine bu adı takanlar, aynı zamanda esas problemi de –bilmeden- vaz etmiş oluyorlardı; ki buradan da, İyi Sıralanma Prensibi’nin, bedenî Ritm Melekesi’nden mütevellid, zihnî Sıralama Melekesi’nin ta kendisi olduğu anlaşılıyordu. Gerçekten de, bedenî sayma (ritm) melekesi, zihnî sıralama melekesini tayin ettiği gibi, sıralama melekesi de –geri etkimeyle- sayma melekesini yeniden belirleyip çevrenin değiştirilmesini veya yeniden düzenlenmesini sağlardı. Yani sayarak zihnine kaydettiği objeleri insan, ister istemez sıralayıp dururdu; muhtelif permütasyon ve kombinasyonlar üretip, bilimsel hükümler şeklinde, bunları pratiğe yansıtarak çevreyi değiştirmek üzere… Bu şekilde de anlaşılmıştı ki, insanlar, ritm melekesinin kazandırdığı “zamanlama” yetisiyle ateşi kullanarak, ve de sıralama melekesiyle çizgi çizme yeteneği kazanıp, resim yapma olgunluğuna ulaşarak, girdikleri Tarihî Devirler’deki Tarım Devrimi’ni müteakip, biriken “artı-değer”e bir kutsal sahip (Tanrı) varsaymak ıstırârına binaen Aristo Mantığı’nı kurgulamış, ve en sonunda da onun paradoksuna (Russell Paradoks’a) saplanmışlardır. Ama, Sembolik (Bilimsel) Mantık Prensibi’nin -(W.O.)’nun- davranışsal mütekâbilini aramak üzere geriye doğru araştırmalara girişildiğinde de, insanlığın “Tarih Öncesi (Panteizm)” zonu ve çıkış Kaos’u ortaya çıkarılmıştır. Ama aynı zamanda, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin fonksiyonu olan aklın, bilgisayar veya elektronik beyinler şeklinde cansız maddeye de intikal ettirilebildiği görülünce, bunun evrensel çapta bir “diyalektik sentez” durumuna gidiş olduğu anlaşılmıştır. Çünki Big-Bang kaosuyla başlayan Fizikî Âlem’deki varlıkların da, sayma-sıralama şeklindeki (sinüzoidal veya dalgalı) hareketlerle mevcûdiyetlerini sürdürdükleri bilinmekteydi. Fizikî Âlem’in “anti-tez”i ise, Dünya planetinde –okyanuslarında, protein molekülünü husûle getiren bir kaos neticesinde- zuhûr etmiş olan Canlılar Âlemi idi; ki hem refleksif etkileşimde bulunup birbirlerini tüketerek üreyen varlıklarıyla, Evren’e kapalı bir “eko-sistem” oluşturmuş, hem de Fizikî Âlem’in “Atalet Prensibi” ile “Termodinamiğin II.Prensibi” gibi iki temel yasasını geçersiz kılmış veya inkâr (negasyon) etmişti. Ve bu âlemin içinden de insanlık, canlılığın, “beslenme” ve “üreme” prensiplerine (içgüdülerine) direnen, ve bu hususta tabular ihdâs eden bir “anti-tez” olarak zuhûr etmişti; ki bu inkârın (direnişin) âmili ise, yine sinüzoidal bir davranış biçimi olan, insanlardaki sayma(ritm) ve sıralama melekeleriydi. Böylece de Evrensel Determinizm, Fizikî Âlem’i inkâr (negasyon) eden Canlılar Âlemi, ve onu da inkâr eden –sentez- İnsanlık Âlemi olarak, bir Diyalektik Siklus veya spiral halkası teşkil ediyordu; insanlığı, “gelecek” muammasından, ve bu yüzden başına musallat olmuş Kapitalizm ve din(ler) gibi ideolojilerden kurtarıp, doğru rotaya sokmak üzere… Buna göre de insanlık, Fizikî Âlem’in kalite farkıyla yeniden oluşumu veya dönüşümünün başlangıcı anlamına gelmekteydi. Yani son tahlilde, insanlığın evrensel misyonu, Canlılar Âlemi’nden –kimyasal reaksiyonlarla- kendi kendine hareket etme, ve de entropiyi azaltma sırlarını öğrenip, bu bilgilerle donanmış “ölümsüz düşünce odakları” yaratmaktır; ki bunlar da giderek, sönümsüz dalga jeneratörleri hâline gelip reorganize olarak, Büyük Patlama (Big-Bang) kaosu ile başlayan dağılma sürecini tersine çevirecek bir irade odağı (Tanrı) teşkil etsinler… Evrensel Determinizm’in bu diyalektik tablosu, insanlığın, kalite (bilinç) farkıyla tabulu “başlangıç zonu”na (Panteist-Zon’a) dönmesi gereğini açıkça ortaya koymaktadır; yeniden –bilinç farkıyla- akıllanma sürecine girmek üzere… Çünki insanlık ilk akıllandığında, uzun nedensellik zincirleri kurmak sûretiyle besin yetiştirmeyi öğrenip Tarım Devrimi’ni gerçekleştirdikten sonra, tabuları yıkarak –belli kurallar dahilinde- beslenmeyi ve üremeyi mubah saymış, ve böylece de hayvanî varlığıyla Dünya’ya yayılmayı gâye edinmişti. Ama bundan sonra, biyolojik varlık olarak -yaşama elverişli olmayan- Uzay’a yayılmanın bir rasyonalitesi bulunmadığından, insanların artık çoğalması önlenip bilinçlenmeleri amaçlanmalıydı; Uzay alanının, yapılan sunî beyinlere bırakılmasıyla birlikte… Oysa ne yazık ki, “tanrı-kral”lıklar, “feodal (dinî)-kral”lıklar ve “kapitalist-demokrasi”ler gibi bütün patronaj rejimlerinde, insanların beynine şöyle bir “hayat felsefesi” nakşedilmiştir: İş yapıp mal ve hizmet üreteceksin, ve bunun karşılığında da, lezzet ve şehvet hazlarıyla ödüllendirilip, üreme imkânına kavuşacaksın; “şartlı refleksler” anlamında beceriler kazandırılarak işe koşulan bütün ehlî hayvanlar gibi… Bu hayat felsefesini yayan bütün patronların kârı da –genellikle- lezzet ve şehvet hazlarına gark olarak sapıtmak (dejenerasyona uğramak) şeklinde tezâhür etmiştir; ve etmektedir maalesef… Böyle bir hayat felsefesi, ve de ekonomik büyüme ve çoğalma stratejisi muvacehesinde, “kapitalist kafa”lıların, Ay’da ve yakın gezegenlerde sunî koloniler teşkil ederek, yine (ama bu sefer Uzay çapında) rekabet kavgasına (savaşlara) girişmeleri kaçınılmaz gibi görünmektedir.
Bu durum muvacehesinde artık, insanlığın başlıca (varoluş) görevi, Kapitalizm ideolojisi ve ideolojik dinsel doktrinlerle beyni yıkanmış sapıkların “hayat felsefesi”yle mücadele etmek olmalıdır. Çünki bir defa, Tarım Devrimi’nden sonra ortaya çıkan işgücü ihtiyacına binaen, cinsel ilişkileri sosyalleştirmek üzere, cinsel tabuyu yıkmaya çalışan “Tanrı-Kral”lar, büyük bir aldatmacaya başvurmuşlardır. Yani insanların, ve özellikle de erkeklerin tabusal korkularını izale etmek için, kadınları, hem “estetik”le yaldızlamışlar (süsleyip püslemişler), hem de onlara sevilesi (hatta tapılası) bir kutsiyet atfetmişlerdir; ki böylece de, tarih boyunca bir sürü kadının “seks metâı” hâline gelmesine yol açmışlardır. Zira, cinsel ilişkiyi –doğurgan dişiden alıp- mal birikimi (para) gücünü elde etmiş erkeğin inisiyatifine vermek, Doğanın yasalarına aykırı olduğu için, sonunda paralı erkekler, bu şekilde “geri ödeme” yapmaya mecbur kalmışlardır… Oysa sevgi duygusu da, güzellik görüşü (estetik) de, Panteist-Zon’da tabuları doğurmuş olan ritmik âyinlerden mütevellid melekelerin mahsulleriydi. Dolayısile de “Tanrı-Kral”lar, tabuları yaratan kazanımlarla tabuları yıkmak gibi, paradoksal düzenlemelere (düzenbazlıklara) başvurarak, tarih boyunca insanlığı, içinden çıkılamayacak bir antagonizmaya mahkûm etmişlerdir. İlk resmî çiftleştirmelerin, tarafları bediî ve hatta kutsî hislerle bir araya getirip karanlığa kapatarak, ten temasıyla hayvanlaşmalarını sağlamak, ve bu şekilde de müstehcenlikleri görünmez kılmakla gerçekleştirilmiş olabileceğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok… Ama böylece de toplumlarda, “sevilen ve güzel bulunanlarla çiftleşilir (evlenilir)” şeklinde bir “galat-ı meşhur” yayılmıştır; ki bu da, bütün ensest vakalarının ve cinsel sapıklıkların ana sebebini teşkil etmiştir. Bütün bu aldatmacaların üzerine bir de, lâfzî güzellemeler veya “aşk edebiyâtı” giydirilince, Tarih boyunca insanlar resmen “şizofreni hastası” yapılmışlardır. Mesela şehevî arzu duyulan birine, sevgilim demek kadar şizofrenik bir teşbih düşünülemez; esas sevginin, anaerkil aile efrâdından anneler, evlâtlar, kardeşler, teyzeler, dayılar gibi insanlar arasında sözkonusu olabileceği hatırlandığında… Hormonal şehvet hazzı ile melekî sevgi duygusunun birbirine karıştırılmasına sebep olan “kafa çatlaklığı”nı pratikte büyüten başlıca etken de, tatminsiz seks müsabakalarının sonucunda –iktidarsızlar tarafından- başvurulan telâfî veya yaranma çabalarıdır. Yoksa, başa baş yapılmış bir “seks” maçından sonra taraflarda, “sevgi” medhiyesi düzecek ne istek, ne de mecal kalır. Aslında “dil” ve “edebiyat”, tarihî devirlerde tekemmül ettiği için, sözsel (retorik) mantık da, tarih öncesinin inkârı (negasyonu) ile ortaya çıkmış antagonist (uzlaşmaz) çelişkileri mecazlarla gizlemeye çalışan şizofrenik bir düşünce biçimidir. Kaldı ki, “aşk edebiyatı”nın müzik (şarkılar) katalizörlüğünde beyinlere zerk edilmesi de, insanların mantıkî düşüncesini felç eden bir narkoz etkisi yapmaktadır. Zira sözkonusu edebiyatın çelişkili mecazları, “ritmik rezonans” ile insanlara kolayca benimsetilebilmektedir… Demek ki artık, insanlara –romantik ve dramatik tarihî devirlerden kurtulmaları için- gerçeği anlatmak zamanı gelmiştir; kapitalistlerin işine gelmese, ve dindarları rahatsız etse de… Çünki Aristo Mantığı’nın cevaz verdiği “insanlığın sonu (Kıyamet)” konsepti, kapitalist ve dindarlara, “büyüme (tüketim) ekonomisi”ni bir dogma gibi kabul edip Uzay’a kadar yayma cesaretini vermektedir; “en sonunda olsa olsa, Kıyamet’in kopmasına yardım etmiş oluruz” şeklindeki “rezerv mâzeret” sorumsuzluğuyla… Onun için her şeyden önce, başlangıca (insanlaşmaya) taallûk eden şu hususlar iyi anlaşılmalıdır ki, melekî rezonanstan mütevellid bediî hisler ve bedîhî düşünce birliği demek olan “sevgi” duygusu ile, hormonlardan kaynaklanan –ve karşıtlık gerektiren- cinsel içgüdüden mütevellid “seks(şehvet)” hazzı , birbirine zıt algılar ve kavramlardır. İnsanın, sevdiği birini karşısına alarak, onu şehvet –hırsının- objesi olarak kullanması çok zor bir iştir aslında… İnsanlar, yüzbinlerce yıllık tabulu zamanlarda (anaerkil topluluklarda), sâdece hayvan gibi gördükleri yabancı klânların mensuplarıyla, ve de düşmanca bir etkinlik olarak çiftleşmişlerdir; savaşlarda esir alma/düşme veya tenhada pusuya düşürme/düşürülme gibi hallerde… Bir de, kapkaranlık ortamlarda ve uykulu (bilinçsiz) hallerde kurulan “ensest” çiftleşmeler sözkonusu olabilir; tarihî devirlere kadar gelen, Nûr’dan veya Tanrı’dan gebe kalınabildiği inançları düşünülürse… Çünki, iyi inisiyatörlerin (şâmanların, kamların) liderliğindeki klânların mensupları, ritmik âyinlerine sekte vuracak her türlü içgüdüsel (refleksif) etkinlikten uzak dururlardı; kendilerini (akıllarını) kaybetmek korkusuyla… Zaten cinsel tabuyu çiğnemeye karşı duyulan ölümüne korkunun maddi sebebi de, aslında “aklı kaçırma” korkusuydu; zira “tabu” sembolizmi, bedenî ve aklî melekelerin çalıştırılması ıstırârından doğmuştu; ki o aktivitenin aksatılması da, akla ziyan –veren- bir ihmâl olurdu. Bugün artık, aklın bilincine vardığımıza göre, -dramatik sonuçlar doğurmayacak- seks etkinliğinin, bir çeşit “aklın baştan çıkması” veya kısaca “baştan çıkmak” sporu olarak yapılması şarttır; kıskanma-aldatma gibi olumsuz duygu ve davranışlardan, ve de kapitalist istismarından kurtulmak için… Bu sporun hakkıyla yapılabilmesi için, taraflardan birinin mutlaka akıllı olması gerekir; müsabakadan sonra hızla aklını başına toplayıp zihnî faaliyetine devam edebilmesi, ve dolayısile subjektif değerlendirmeler ile tartışmalara mahal bırakmaması için… Kaldı ki, Hint ve Çin’deki kadîm tarikatlardan beri, bu sporun muhtelif teknikleri, dar bir çevrede de olsa öğretilegelmiştir; nasıl tatminkâr bir şekilde yapılacağına dair… Ama bunlar, kapitalizmin, muazzam ciroya sahip “seks sektörü” tarafından örtbas edilmiş ve dikkatlerden kaçırılmıştır; insanî dejenerasyonu önleyeceği, ve de kârlarına halel getireceği için… Çünki “seks”, bir spor olarak disipline edildiğinde, kıskançlık duygusu da, aldatma olayları da ortadan kalkacağı için, insanlığın –dûçâr kaldığı- muazzam enerji (ve emek) kaybının önlenmesiyle birlikte, bu kavramlar üzerine kurgulanan aşk edebiyatı ve senaryolarının –kapitalizme- getirisi de sıfırlanacaktır. O halde, sâdece bu konunun üzerine gidilmekle bile, Kapitalizmin nasıl insanlığın –gelişmesi- aleyhine kâr sağladığını ortaya çıkarmak, ve de bu sömürgen ideolojiyi iflâs ettirmek mümkündür. Kaldı ki bundan sonra, Kapitalizmin, “hayatın gâyesini içgüdülerle (hayvanlıkla) sınırlı gören ve dolayısile de lezzet ve şehvet peşinde koşan insanımsıları çoğaltarak Uzay’a yayılma” stratejisinin de, nasıl bir “Kıyamet (veya intihar) Senaryosu” olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için yapılması gereken ilk iş, insanlara, içgüdüsel (hayvânî) hazların - bireyler için- gâye değil, düşünsel (sanatsal ve bilimsel) etkinliklerine engel teşkil eden ve kurtulunması gereken bir biyolojik ihtiyaç (def-i hâcet olayı) olduğunun anlatılmasıdır. Çünki melekeleri sağlıklı olanların, bilimsel ve sanatsal etkinliklerden aldıkları “huzûr” duygusu, yüzbinlerce yıl içgüdülerine karşı ritmik âyinlerle direnerek meleke (ve akıl) sâhibi olan ilk atalarımızdan –analar zinciri yoluyla- tevârüs ettikleri bir kazanımdır. O halde aklî (bedîhî ve bediî) düşünce ve davranışlarla seks yapmak mümkün değildir; ki zaten “aşk literatürü” de, “Leyla ile Mecnun” veya “Kerem ile Aslı” vs. gibi, birbirlerini ulvî (bediî) hislerle sevip bir türlü vuslata eremeyen çiftlerin hikâyeleriyle doludur. Bu da demektir ki, tatminkâr bir seks yapabilmek için, mutlaka “aklın baştan çıkması” veya kısaca “baştan çıkmak” gerekmektedir; ve dolayısile “müstehcen”leşmek, ve bu yüzden de biraz “sadist”leşmek veya “mazoşist”leşmek îcap etmektedir. Zira aksi halde o cinsel temas, rüyâlardaki “şeytan aldatması”na benzemekte, ve de insanı tatminsizliğe boğmaktadır.
Sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin kazanıldığı Panteist-Zon’daki tabular, aklı kaçırma (yitirme) korkusunu sembolize ediyordu. Ama Tarım Devrimi’nden sonra olağanüstü biriken “artı-değer”i bir şekilde sahiplenenler, patronluk (ve kapital birikimi) için, mal ve hizmet üreten emeğin yani “iş”in ne kadar önemli olduğunu anlayınca, işçi sayısını ve dolayısile insan nüfûsunu arttırmak üzere “cinsel tabu”yu ilgâ ettiler. Bu suretle kendilerini Tanrı, işçilerini (veya tâbîlerini) de, beslenme ve çiftleşme hazlarıyla şartlanarak (şartlı refleks kazandırılarak) çalıştırılan “ehlî hayvan” yerine koydular. Ve ondan sonra da, Tarihî Devirler boyunca mitik “Tanrı” kavramı, bütün patronaj rejimlerinde, -soyutlana soyutlana muhayyel de yapılsa- vaz geçilmez baş aktör oldu. Tarih boyunca hep, bu “yaratıcı tanrı” nâmına ahkâm kesildi; “artı-değer”in üzerine oturmuş patronlar ve din adamları tarafından… Ve son patronaj düzeni olan Kapitalist Rejim’de de, yapılan işlerin kitlelere, oylamalarla onaylatılarak meşrûlaştırılması modası çıkarıldı; sanki böyle bir meşruiyet, aynı zamanda “aklî”lik anlamına da geliyormuş gibi bir algı yaratılarak… Oysa dinî vaazlarda hep, “Allah sizi, hayvanlardan farklı olarak akıllı yarattı (size akıl verdi)” denildi ama aklın nesnel tanımı yapılamayıp, sonu gelmez metaforlarla (benzetmelerle) insanlar uyutuldu. O yüzden, aklı tahkim etmek için bir de “ahlâk” diye elâstik bir kavram uyduruldu, ama, fıtraten herkeste bulunduğu iddia edilen bu “ciklet” de, ağızlarda çiğnene çiğnene çürütüldü; tarihî devirler boyunca… Ve en sonunda da Dünya, atıklarıyla iklimleri bozan, ve de obez ve seksopat olarak dejenerasyona uğrayan insan müsveddeleriyle dolup taştı. Çünki sıra dışı varlık (Allah) mitini kabul etmek demek, son tahlilde, ritm melekesinin zihnî türevi olan İyi Sıralanma Prensibi’ni iptal ederek (sıralama melekesini hiçe sayarak) kafalara, Russell Paradoks ile mâlûl Aristo Mantığı’nı yerleştirmek demekti. İşte bu yüzden, Russell Paradoks’un gölgesi, sosyolojinin tam ortasına düşüyor, dolayısile de akıl ile içgüdünün ayrımı yapılamıyordu. Dolayısile modern toplumların (sosyalleşmenin) çekirdeği olan kadın-erkek birlikteliği (veya evlilik) de, akıl ve ahlâk gibi mecâzî (elâstik) kavramlarla kamufle edilmiş, paradoksal (ve/veya antagonist) çelişkiler ihtiva ettiği içindir ki, toplumları istikrarsızlaştırıyordu. O halde Russell Paradoks’un sosyal hayattaki, bu gibi tezâhürlerini izale etmek için de bazı pratik disiplinlere ihtiyaç vardı: Bir defa ergenlikte, bıkıncaya kadar, “irade(sevgi) – içgüdü(seks)” diyalektik çelişkisinin (dalgalanmalarının) yaşandığı “flört” ilişkilerinden geçmek gerekirdi. Ondan sonradır ki, birlikte yaşamaya (veya evlenmeye) karar veren gençlerden, “kıskanmak ve aldatmak ıstırârında kalıp, hem zaman ve enerji kaybetmek, hem de aklî karmaşa ve rûhî (melekî) sarsıntı yaşamak istemiyorum” diyebilen çiftlerin, “Baştan Çıkma Pratikleri” Kontrol Merkezi’ne müracaatları ciddiye alınabilirdi. Bu Merkez, müracaatları kabul edilen çiftlere, esas olarak, tarihteki bazı tarikatlardan gelen “seks teknikleri”ni nakletmekle birlikte, daima “aşk edebiyatı”nın mugâlâtaları arasında gömülüp kalan, “cinsel içgüdüyü, hormonlar ile çağrışım ve alışkanlıklar (cinsel fetişler) harekete geçirir, irade (bilinçli tercih) ise, sâdece onu frenlemekte kullanılabilir” prensibini hatırlatacaktır; pratik içinde… Yani iradenin, aklı başta tutmak üzere gelişmiş bir kararlılık hâli olduğunu, ve bu yüzden, aklı baştan çıkarmak için kullanılamayacağını, dolayısile de, irade zâfiyetinin irade gibi gösterildiği kısır tartışmalara girişilmesinin abesle iştigâl olduğunu bildirecektir. Ve bu meyanda da, “insanî hayat”ın, kurnazlığın hiçbir biçimiyle sulandırılamayacak kadar (sulandırılmaması gereken) ciddi bir olay ve misyon olduğu gerçeğini anlatmaya çalışacaktır; tarih boyunca yığılmış “aşk edebiyatı”nın verdiği uyuşturucu hazza rağmen… Çünki hayvanlığa ve kapitalizm ideolojisine ait bir “kazanç becerisi” olan kurnazlık, insanlık için sâdece bir şaka vesîlesi olabilir. Ama, Evren’i keşfedip, onun deviniminde başı çekecek bir bilinç yaratıncaya kadar ikâmet etmeye mecbur olduğumuz Dünya’nın da, şaka kaldıracak hâli kalmamıştır artık… Zaten –son tahlilde- insan(lık), Uzay varlığı olmak uğruna biyolojik bedeninden kurtulacaksa, ondan önce mutlaka, insan popülâsyonundaki “insanımsı (veya geri)” çoğunluğundan da kurtulması gerekecektir… Sözkonusu Merkez’in açılıp, akıllı gençlerin ilgisini çekmesinden sonra, Meditasyon (murakabe veya oto-kontrol) ile İnisiyasyon (Seçilim) merkezlerinin de açılması, ve giderek ciddî Doğum Kontrol merkezlerinin dahî kurulması, gâyet tabii bir gelişme olacaktır. Zira akıllı kadınlar doğurgan olamaz; zihnî dikkatleri hormonal peryodlarını bozduğu için… Doğurgan olanlar ise, melekeleri muhtel kadınlardır; ki onlar da genellikle, melekeleri muhtel (geri) çocuklar doğurur. Dolayısile de bu “geri” insanlar aslında, insanlığın “vicdan azâbı”dırlar; ki bu azâbın müsebbipleri ise, onları hem çoğaltarak, hem de -dinî ve örfî saiklerle birbirlerine düşürüp- itlâf ederek para kazanan kapitalistlerdir… Demek ki artık toplumlarda, kapital sahiplerinden ve piyasalardan bağımsız, dolayısile de gerçekten enternasyonalist olan bir seçkinler tabakası oluşmalıdır; kapitalizmi bitirmek üzere…
Böyle bir projeyi –bütünlük içinde- sâdece Çin Halk Cumhuriyeti uygulamaya sokabilir; derin tarihe ve büyük nüfûsa sahip olması, ve de insanlığın son ideolojisi Komünizm’e, ünsiyyeti itibariyle… Nitekim, Komünizm ideolojisinin bütün hatalarına rağmen, Çin komünistleri –Ruslar gibi- dağıtmamışlardır. Bu da onların, parti içinde –herşeye rağmen- doğru “seçilim (seleksiyon)” yaptıklarını ve liyâkatli insanları yükselttiklerini göstermektedir. Ama bugün, kapitalistlerin masasında oynadıkları kumarın sonu yoktur, veya kaotiktir; rest (ve/veya silah) çekip kazanarak, kapitalizmi iflâs ettiremeyeceklerine göre… Onun için, Çin Komünistleri’nden beklenen en aklî iş, Komünizm ideolojisinin bilimsel kritiğini (ve temdîdini) yapıp, objektif “insaniyet stratejisi”ni tesbit ederek insanlığa öncülük etmeleridir.
Aristo Akademyası Ardılı Üniversite(ler), Kapitalizmin Bilim Monopolüdür:
Bir şekilde ilişki kurduğum üniversite ve mümâsili kurumlarda, alınan kararların ve dağıtılan ünvan veya kariyerlerin, bilimsel liyâkatla pek alâkalı olmadığını, yakînen görmüş ve yaşamış biriyim. Dolayısile, Antikite’deki Aristo Akademyası’nda nasıl “çömez” yetiştirildiyse, buralarda da pâyelerin, siyasi iktidarın ve “kapitalist ekonomi”nin (piyasaların) tercihlerine göre verildiğini, dolayısile de bilimin ilerlemesine –subjektif Kapitalizm ideolojisi lehine- engel olunduğunu, gâyet açık bir şekilde görmüşümdür:
İstanbul Üniversitesi’nde (1960’ta) Cahit Arf beni, re’sen teorisyen yaptıktan veya saydıktan sonra, aleyhime öyle bir “hava” estirilmeye başladı ki, bu meyanda bir basit “kavga” olayı bahâne edilerek, tahsil hayatımın bitirilmesi bile istendi; Matematik Enstitüsü direktörü Prof. mârifetiyle… Neyse ki o zamanlarda, Yaşar Öztürk başkanlığında ilerici bir yönetime sahip MTTB yetkilileri (ve özellikle Yüksel Çengel arkadaş) araya girdiler de, benim “tard” edilmem teşebbüsü akâmete uğratıldı. Kaldı ki aynı sıralarda, diğer bazı öğretim üyeleri de bana, “Ali, Türkiye’nin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var” diye –Allah rızâsına(!)- öğütler veriyorlardı.
Ege Üniversitesi’ne, Masatoşi İkeda’yı, verdiği Teorik Cebir dersinde asiste etmek üzere gittiğimde (1962), esas amacım, onun bilgisinden ve ferâsetinden nasiplenmekti. Ama Matematik Bölümü’nün başında, İst. Teknik Üniversitesi’nden “doçent” olarak getirilmiş, Muzaffer Kula adında öyle bir “calculus”cu kariyerist vardı ki, Bölüm’de çalışanları –özellikle memur ve asistanları- kendi “tâbî”leri olarak görüyordu. Dolayısile de en büyük saygının kendisine gösterilmesini istiyordu. Oysa benim İkeda’ya gösterdiğim saygı, o kadar bâriz bir fark yaratıyordu ki, en sonunda kafaları karışan talebeler, gruplar hâlinde gelerek bana, daha akademik kariyeri bile tastik edilmemiş bir ufak tefek adam olan İkeda ile, uzun boylu –ve mütehakkim tavırlı- Muzaffer Bey arasındaki “bilimsel fark”ı sordular. Ve benden de, “Muzaffer Bey, İkeda’nın eline su dökemez” şeklinde gâyet veciz ve kesin bir cevap aldılar; sonradan büyük yankılara sebep olan… İkeda beni, öğrenmeye pek hevesli görünce, -daha resmen “lisans üstü” çalışma sürecine girmediğim halde- benden, Galuva (Galois) Teorisi hakkında seminer yapmamı istedi; liyâkatimi ölçmek üzere… Ve Seminer’den sonra da, matematik üzerine yayın yapan, Dünya’daki en itibarlı dergilerde yayınlatmak üzere bana, “doktora” seviyesinde bir tez konusu verdi; Gruplar teorisinden… Çünki O, üniversite yönetimleriyle başımın derde gireceğini, dolayısile “kariyer yapma” süreçlerinde engellerle karşılaşacağımı anlamış, ve onun için de elimde –hiçbir yönetimin itiraz edemeyeceği sağlamlıkta- bir “doktora tezi”nin hazır bulunmasını istemişti. Hatta hiç unutmam, ODTÜ’deyken, Cengiz Uluçay hocamın istifasını müteakip, bir yurtdışı bursu almam ihtimali belirdiğinde, bana, İngiltere’den (King’s College’den) muhteşem bir “akseptans” da getirtmişti… Ama nevar ki Muzaffer Bey’in bana karşı tavrı çok dışlayıcı hâle gelince, o sırada konferans vermek üzere Üniversitemize gelmiş bulunan ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Cengiz Uluçay’a beni tavsiye etti. Cengiz Bey’le tanışmam, onun verdiği konferansı yayına hazırlamak görevini üstlenmiş olmam sâyesinde gerçekleşti. Cengiz Uluçay’ın konferansını yayına hazırlarken M.İkeda’nın “ah keşke ben de böyle bir çalışma yapabilseydim” mealindeki sözlerle “tatlı bir rekabet kıskançlığı” belirttiğini dün gibi hatırlarım… Ayrıca İkeda bana, Cengiz Bey’in kendisini ODTÜ’ye çağırdığını, ve üstelik O’nun, Cahit Arf’ı da ODTÜ’ye almak istediğini bildirdi; ki bu bilgiler de, benim için çok büyük bir sevinç ve motivasyon kaynağı oldu.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne, Cengiz Uluçay’ın asistanı olarak gittiğimde, aynı zamanda doktora talebesi de oldum; ve Cengiz Bey’in Fonksiyonlar Teorisi üzerine verdiği doktora dersini takip ettim. Cengiz Uluçay da, Cahit Arf ve M.İkeda gibi, -fazla- konuşmadan anlaşabildiğim bir insandı. Yani bu insanlar, âdeta benim beynimi okuyor, ben de –biraz faz farkıyla da olsa- onların düşündüklerini takip edebiliyordum; sonradan “melekî rezonans” diye açıkladığım gibi…Yani aslında, Sembolik Mantık’la düşünebilen insanların kafalarında, aynı “semboller tablosu” tebellür ettiği için, onlar metaforik sözcüklere ihtiyaç duymadan, dolayısile de mecazlardan kaynaklanan subjektif etkilere kapılmadan paralel düşünebiliyorlardı. Ve böyle bir –bilimsel- iletişime de, yaranma/kayırma eğilimleri (hissi etkileşimler) nüfûz edemiyordu… Nitekim, hocam ve üstadım konumundaki bu insanlar, tez ve seminer anlatımlarımda, ve hatta imtihanlarımda bana, tek bir soru bile yöneltmemişlerdir; mübhem bir nokta bırakmadığım için… Sâdece Cengiz Uluçay, -ilk girişimde- A dereceyle geçirdiği doktora dersi sınavında, kulandığım İngilizce bir terimin lûgat (kelime) anlamını bilmediğimi, telâffuzumdan anlayarak sözümü kesmiş ve beni bilgilendirmişti. Ama ardından da, “önemli değil Ali, bir ara İngiltere’ye göndeririz, bir iki yılda sökersin bu dili…” diyerek gönlümü almıştı; hiç unutmam… En verimli çağlarında bulunan bu insanlar, o zamanlarda bir araya gelebilselerdi, aralarında oluşacak “melekî rezonans” ile, yaratıcılıklarını defalarca katlayacaklar, ve belki de ODTÜ’yü Dünya’nın en önemli bilim merkezi yapacaklardı; benim gibi gençleri toparlayıp, “moloz”ları da temizleyerek… Ama kurulu düzen, yani son patronaj rejimi (Kapitalizm), dizginleri bilime (gerçek bilimcilere) kaptırmamak için, Üniversite(ler) içindeki kifâyetsizler (molozlar) vasıtasıyla, bu eğitim kurumunu dış politik cereyanlara daima açık tutuyordu. Nitekim benim daha birinci yılım dolmadan, Üniversite’de yapılacak bir siyasi manevra ve operasyon için, gereken “politik konjoktür” oluştu Türkiye’de… Zira 1964 baharındaki Kıbrıs müdâhalemiz sırasında, ABD başkanı Johnson’ın başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı –ultimatom gibi- mektuptan sonra, Ülkede oluşan infialin ODTÜ’ye taşınmasıyla birlikte, başbakan İnönü’nün, eskiden beri “fizik âlimi” olmasını çok istediği oğlu Erdal’ın da, kariyer basamaklarında hızla yükseldiği gözlemlendi. Üniversite’de önce, tepki olarak “Türk bayraklarıyla birlikte –tatil günlerinde- direklere çekilen Amerikan bayraklarının, çekilmemesi” fikri ortaya atıldı; ve de çok taraftar buldu. Bu hususta Cengiz Hoca makamına çağırarak, benim de fikrimi sordu; ki benden de olumlu yanıt aldı. Ama kısa bir süre sonra da, Cengiz Uluçay’ın, bütün görevlerinden istifa ederek Üniversite’den ayrıldığını öğrendim; ki o anda aklıma gelen ilk gerekçe de, “entrikalar çevrildiğini ve ikiyüzlülük yapıldığını anlamış, ve politikaya bulaşmamak için istifa etmiş olmalı” şeklinde tebellür etti. Matematik Bölümü öğretim üyelerinin topluca ve tantanalı bir şekilde istifa etmelerini ve beni -istifa etmiyorum diye- kınamalarını ise, tahminimin doğruluğuna delil olarak gördüm. Zira ben Cengiz Hoca’nın, biat gösterilerine ihtiyacı olmadığından, istifa etmemi istediğinde bunu yüzüme karşı –en azından- ihsâs edeceğinden, ve benim de bunu emir telâkki edeceğimi bildiğinden, adım gibi emindim. Nitekim askerliğimin sonlarına doğru beni, TÜBİTAK’ın kuruluşuna bizzat kendisi çağırdı… Ama Cengiz Uluçay’ın istifasına neden olan “şey”leri protesto etmek için topluca istifa edenler, O’nun makâmına vekâleten atanan Erdal İnönü’yü tebrike gittiklerinde, yeni “dekan”ın ısrarlarına dayanamayıp (!) istifalarını geri aldılar; komplodaki rollerini tamamlamış figüranlar olarak… Oysa bana özel sekreterini üç defa gönderip, kendisini tebrike gitmemi –gizlice- isteyen Erdal İnönü’ye ben, “Üniversite’ye yararlı görüyorsa ve kontratımı yeniletecekse açıkça çağırsın gideyim; ve o sırada da yeni görevi için tebriklerimi sunayım; yoksa biat eder gibi, re’sen tebrike gidemem.” şeklinde yanıtlar gönderdim; babamın Gümüşsuyu Mühendis Mektebi’nden arkadaşı İhsan’ın kızı olan, o sekreteriyle… Nihayette, Erdal İnönü’den bir çağrı gelmeyince, -kontratımın bitiminde- istifa ettim; ama entrikaların odağında kimlerin olduğunu da anlayarak… Erdal İnönü, bilim adamı olmanın çok ötesinde (üstünde), politik yeteneklere (kurnazlıklara filân..) sahip biriydi; ki onun, “gerçeklerin, bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır” vecizesi de, ömrünce yaşadığı bu çelişkiyi ifade etmektedir. Yani “günü kurtarmak” için yapılan atraksiyonların, objektif (bilimsel) gelişmeler tarafından nasıl fâş edilip yalanlanabildiğini ifade etmektedir. Gerçekten, Erdal Bey o zamanlarda da, görünüşe göre, bir iki yıl zarfında Kuantum Teorisi üzerine Dünya çapında mûteber bir tez yapıp profesör olarak Fen-Edebiyat Fakültesi dekanlığını hak etmiş başarılı bir bilim adamı profili çizmiş olsa da, aslında “politik oportünizm”in muhteşem(!) bir örneğini vermiştir. Zira yaptığı orijinal bilimsel çalışmanın deneysel verilerini Dr.İmre’den, matematik formülasyonlarını da benden alarak kendine mâletmiştir. Yani Erdal Bey’in, profesörlük tezinde yaptığı intihal, “deveyi hamuduyla yutmak” gibi bir alıntı veya çalıntıdır; ki böyle bir başarıya(!) da, dayandığı büyük siyasi gücün imkânlarıyla, uygun zamanlamalar yapıp, çalışma ortaklarını meşrû(!) bir şekilde teker teker elimine ederek ulaşmıştır. Ondan sonra da, bilimi dinin âleti gibi görüp kullanmak isteyen, dolayısile de akademik ünvanlara pek hevesli olan –Turgut Özal gibi- cemaatçi’lere kol kanat germiştir; siyasi ikbâli için… Nitekim, ODTÜ’deyken olağanüstü teveccüh göstererek moral verdiği (ve motive ettiği) Turgut Özal, 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidara gelirken, aynı zamanda üniversiteler de –resmen- iktidarın “bilim monopolü” hâline getirilmiş, ve aynı süreçte Erdal İnönü de, Turgut Özal iktidarı karşısında “solcu muhalefet lideri” olarak konuşlandırılmıştır. Ondan sonra da, kimsenin akademik kariyerini sorgulayamayacağı bir siyasî prestij (dolayısile de, bir nevi akademik dokunulmazlık) kazandırılmıştır kendisine… Yani siyasî prestij kazanmak üzere bilimi ve bilimcileri kullanmak, siyasî prestij ve dokunulmazlık kazanmakla da, bilimciliğini sorgulanamaz hâle getirmek kurnazlığı…
Üniversiteye benzemeye çalışan Heybeliada Deniz Harbokulu’nda askerliğimi yaparken, 1965-66 ders yılında, müfredâta –ilk defa- Matriks Teori dersi konuldu; benim anlatmam için… O zamanlar daha, ünlü üniversitelerde (mesela ODTÜ’de) bile okutulmuyordu böyle bir ders… Dolayısile de, Türkçe kitabı bulunmayan böyle bir dersi anlatabilmek için, ya yabancı dildeki bir ders kitabına sâdık kalmak, ya da –derleme şeklinde dahî olsa- orijinal bir kitap yazmak gerekiyordu. Ama ben matrikslerin, hem cebrik hem de geometrik sistemlerini iyi bildiğim için, kafamda bir “ders” şablonu vardı zaten… Dolayısile de adım adım (ders ders) o şablonu yazmaya başladım; ki aynı zamanda, yazdıklarımı kontrol eden yüksek rütbeli (ve tecrübeli) öğretmenler de var diye düşünüyordum. Oysa sonunda –acı bir şekilde- anladım ki, benim anlattıklarıma hep kafa sallayan o öğretmenler meğerse, matrikslerin m’sinden bile anlamıyorlarmış; ve de bütün dertleri, rütbelerinin hakkını vererek (!) bana bilgili görünmekmiş. Zira yılın bitiminde, komutanlık tarafından, anlattığım dersin notlarının kitaplaştırılması istenince, bu gerçek ortaya çıktı; büyük bir rezaletle… Ders notlarımı kitap formatına sokarak matbaaya teslim etmemi müteakip, baskıya gireceği gün, “matbaanın vereceği son provalara da, siz göz atıverin, çünki benim üniversitede randevum var” dediğimde, koskoca yarbaylar ve albaylar –âdeta- üzerime kalkıştılar; “biz son kontrolu bile yapamayız” diyemeden… Önce benim emeğimi bana satmak üzere pazarlık yapmaya çalıştılar; “kitaba senin de ismini yazarız, ama gidersen yazmayız” diyerek… Sonra da, terhisime bir gün kala, garnizonda arama yaptırıp, “son gününde firar etmiştir” diye mahkemeye verdiler beni… Bütün yıl boyunca karşımda bilir görünerek veya bilgiçlik taslayarak beni aldatmasalardı, ben onlara da münasip bir lisanla Matriks Teori’yi anlatabilirdim; hiçbir nâhoşluğa yol açmadan… Yani son tahlilde, burada da “deveyi hamuduyla yutmak” gibi bir intihal olayıyla karşılaşmış oldum; ama bu sefer, meselenin içinden, istifa ile -bir seferde- değil, terhis olduktan sonra bile mahkemelerde sürünerek çıkabildim. Çünki intihalciler de dahil tüm suçlular, -hele bir de korumalı veya kariyerli iseler- sonuna kadar güçlü görünmeye çalışarak haklılıklarını ispatlayacaklarını sanmaktaydılar.
İstanbul Üniversitesi’nde, Cahit Arf’tan boşalan kürsüye vekâleten, Orhan Ş. İçen adında bir doçent getirilmişti; ki ben de bu zâtı, Cahit Hoca’nın peşinde hayâlet gibi dolaşırken gördüğümü, hayal meyal hatırlıyordum… 1966 güzünde askerliğimi bitirince gidip onunla görüştüm; ve de bir an önce akademik kariyer (titr) sahibi olmak istediğimi, bunun için de artık öğretim görevlisi olarak çalışıp vakit kaybetmek istemediğimi söyledim. Cahit Hoca’nın yanında bulunduğuna göre, O’ndan bir şeyler geçmiştir (veya kapmıştır) diye düşünüyordum; ki kendisi de bana, haklı olduğumu, bir seminer yapmakla bir yıl içinde “lisans üstü” derecesi alabileceğimi söyledi. Bunun üzerine başladığım Seminer oturumları ise, 1967’nin sonlarına doğru aksamaya başladı; Orhan Bey’in devamsızlığı nedeniyle… Bir seferinde Orhan İçen yine, hazırlanamadığından, çoluk çocuk sahibi olduğundan, benim de evlendiğim zaman ona hak vereceğimden dem vurunca, “ben hazırlandım, toplananlara anlatacağım, ve ondan sonra da size arz edeceğim” diyerek gittim ve konuyu anlatmaya başladım. Seminerin sonlarına doğru bir de baktım ki, bana “hazırlanamadım” diyen Orhan Bey ortaya çıkıp, “Ali’nin yaptığı ispatı, bir de ben yapayım” diyerek yazı tahtasının başına geçti. Sunumunu bitirdiğinde, itiraz etmeye ve yanlış gördüklerimi sorgulamaya yeltendiğimde ise, sözümü keserek, çoğunluğu –özlük işleri bakımından- kendi kürsüsüne bağlı olan dinleyicilere dönüp, “hangimizin ispatı daha bedihî?” diye sordu; ve tabii ki de çoğunluk onun tarafını tuttu… Oysa bedâhât hissi –melekeleri sağlam- bireylere has bir hasletti; ve çoğunluğun kararlarını ise, kanıksanmış yargılar ve konformist önyargılar belirlerdi. Mesela çoğunluğa sorduğunuzda, Aristo Mantığı’nın “mutlak eşitlik (özdeşlik) prensibi”ni, bedihî bir gerçeklik olarak kabul ederlerdi ama, bunu nakseden –Matematiksel Mantığın- “iyi sıralanma prensibi”ni, hiç de bedihî bulmazlardı. Yani çoğunluğun –kanıksanmış- kanaatine göre, Aristo Mantığı’nda paradoks sözkonusu olamazdı; ve dolayısile de peygamberlerin öğretileri (dinler) gâyet mâkul ve mantıklı doktrinlerdi… Zaten Orhan İçen’in, Russell Paradoks’u bildiğine veya anladığına dair de, en ufak bir işaret görmemiştim. Kaldı ki kendisi, Russell Paradoks’u kabul etmeyen ilk ünlü matematikçi G.Cantor gibi –zaman zaman- psikiyatri tedavisi de görüyordu… Orhan İçen’in –beni yokuşa süren- tavırları aslında, benden “kendisine biat etmiş bir âlim(!), ve de mûtemet bir öğretim görevlisi” çıkarmaya mâtuf, iyi niyetli çabalardı. Ama benim belirlenmiş bir düşünme ve çalışma rotam vardı; ve dolayısile de, herhangi biri tarafından himaye edilmeye ve/veya güdülmeye müsait değildim. Onun için de, Orhan Bey’in, kendi ispatını –oy çokluğuyla- bedihî ilan ettiği an, “ispatların oy çokluğuyla yapıldığı bir yerde bilim yapılamaz” mealinde sözler söyleyerek semineri terk ettim; “akademik kariyer” mâcerâmı da sonlandırarak…
İst.Üniversitesi’nde “lisans üstü” çalışması yaparken, aynı zamanda, İst. Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nin matematik bölümünden Doç.Dr. Selma Soysal (ünlü Anayasa profesörü Mümtaz Soysal’ın kız kardeşi) vasıtasıyla bir teklif aldım; kadrolu öğretim görevlisi olarak çalışmak üzere… Bu işin hem ücreti yüksekti, hem de öğretilecek konular, basit bir “calculus” çerçevesini aşmamaktaydı… Sınav gününü epey uzak bir tarihe koyarak beni, iki üç ay boyunca –sohbet görünümlü- mülâkattan geçirdiler. Hatta o sırada, babamın meslekdaşı ve –her bayram aksatmadan tebrik kartı gönderen- yakın dostu Profesör Ali Fuat Berkman da beni makamına çağırarak sorguladı. Kendisinin, Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışırken İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi’ne geçerek profesörlüğe yükseldiğini, ve sonra da babama, doçent olarak yatay geçiş yapmasını teklif ettiğini, ama babamın bunu istemediğini yakînen biliyordum… Bu görüşmelerimin neticesinde, genel mülâkatlarda “solcu” gibi göründüğüm, A.F.Berkman ile yaptığım diyalogda da “itaatsiz” görüldüğüm için beğenilmediğimi anladım. Mesela hiç unutmam, -kendisi Mason olan- A.F.Berkman, “hocalara daima âzamî saygı gösterilmeli, ve her zaman paltoları tutulmalıdır” gibi nasihatler verdiğinde ben, “îcabında hocamın paltosunu da tutarım, ama bunu bir rutin görev olarak kabul edemem” diye karşılık vermiş, ve de diyaloğu buz gibi soğutmuştum… Nitekim yazılı sınava girdiğimde, soruları görür görmez hemen anladım Üniversite’ye kabul edilmeyeceğimi… Zira sorular, mühendislik matematiğinin en yükseği olan “advanced calculus” çerçevesinde sorulabilecek en “kazık” problemlerdendi; ki böyle problemler sâdece, “çaktırılmak” istenen adaylara sorulurdu. Kaldı ki ben, soruları 1-2 saat gibi kısa bir sürede halledip, sınav kağıtlarını –nezâretçi hocalara- verdiğimde de, onlarda hiçbir hoşnutluk emâresi görmemiştim… Gerçekten de, bir süre sonra yaptıkları İngilizce sınavında beni çaktırdılar; sanki tedrisâtı İngilizce yapıyorlarmış gibi; hem de tedrisâtı İngilizce olan ODTÜ’den geldiğim halde… Bu arada, Orhan İçen’in, benim bu girişimimden haberdâr olduğu, ve bu yüzden –beni teslim alıncaya kadar- Seminer çalışmalarını yokuşa sürdüğü ihtimallerini de düşünmedim değil tabii… Ama bu sûretle, maddi çıkar pozisyonlarımı da kollayayım ve otoritelerle pragmatik alışverişlere de gireyim diye düşünürken, objektif düşünme metodolojimden inhirâf etmiş oluyordum. Nitekim sonuçta, olması gereken oldu; ve ben Üniversite(ler)de barınamadım. Bu hükmün tersi de aynen doğrudur: Eğer üniversite(ler)de barınsaydım, Matematiksel Mantık prensib(ler)ini, Antropoloji kaidesine oturtarak, insanın aslında “ritmik (titreyen) hayvan” olduğunu çıkaramazdım. Çünki Kapitalizm ideolojisi prensip olarak, matematik ile antropolojinin kategorik ayrı branşlar olduğunu, ve ayrı kalmaları gerektiğini emrediyordu. Zira aksi halde, farklı bilim dallarında uzmanlaşmış “at gözlüklü” bilimciler, birbirlerinden habersiz olarak kapitalistlerin arabasına koşulamaz, ve dolayısile de onların çıkarları (büyüme ekonomisi) doğrultusunda güdülemezlerdi.
Üniversite(ler)den koptuktan kısa bir süre sonra, büyük bir şans eseri olarak Kerim Sadi (Nevzat Cerrahlar) ile tanıştım. Ve böylece de, en gelişmiş insanî ideoloji olarak ortaya çıkıp Rus Çarlık İmparatorluğu gibi devâsâ devletleri ele geçirse de, sonunda çıkmaza giren Komünizm’in, temdîd (extension) edici eleştirisine başlamış oldum (1968). Çünki Komünizm literatürüne (ve pratiğine) hâkim bir zât olan Kerim Sadi ile de, “melekî rezonans” hâline girebiliyordum; kendisinin “leb demeden leblebiyi anlamak” diye ifadelendirdiği gibi… Kendisi ile, Komünizm’in, cinsel ilişkinin “meşrûiyet sınırları”nı açıklayamadığı, ve de üniversitelerin düşünsel bağımsızlığını sağlayamadığı hususlarında hemfikirdik. Polisiye çevrelerde “azılı (fanatik) komünist” olarak nitelendirilen Kerim Sadi, aslında otokritik sâhibi bir düşünürdü. Onun için de bu çevrelerdeki –solcu geçinenler de dâhil- insanlar onu, bildiklerini söylemiyor dedikodulara girmiyor diye suçlarlar, ama aslında ökselere, tuzaklara yakalanmıyor ve kendini kimseye kullandırtmıyor diye ona kızarlardı. Oysa bir gün yemekte, kendisine, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, insanlık hakkında bilimsel bir teori kurulamaz” şeklindeki hipotezimi söylediğimde, lokmayı ağzına götürürken âniden durmuş ve düşünmeye başlamıştı; ki böylece de, sembolik mantıkla düşündüğünü, ve sözsel (ideolojik) propozisyonlara –dolayısile ideolojik saplantılara- mahkûm olmadığını açığa vurmuştu… En sonunda Kerim Sadi ile, onun redaktörlüğünde Katkı Dergisi’nin çıkarmamdan (1970’ten) itibaren, politik çalkantılar içinde, Matematiksel Mantık’la rotamı belirleyerek, hiç –metodolojik- hatâ yapmadan “tarihî devirleri kapatan sentez” anlamındaki bu fikirleri tam zamanında formüle ettim. Aslında, tarihî devirlerin hitâmında “işçi talebi”nin azalmasıyla, tüm Dünya’nın sıkışarak kaotik bir çalkantıya girdiği, Türkiye’nin de bunun tam orta göbeğinde bulunduğu bir zamanda, yani tarihî yürüyüşün (sürecin) bittiği ve insanların yaygın bir şekilde “erken bunama (şizofreni)” semptomları göstermeye başladığı bir zamanda, insanlığa, “çıkış (başlangıç) kaosu”nu hatırlatmış oldum.
İnsanlığın en seçkin düşünür ve bilim adamlarının katkılarıyla husûle gelmiş, “Tarihî Devirlerin Kapanış Manifestosu” niteliğindeki bu cihanşümûl çalışmayı, Dünya’daki tüm akıllı insanlara armağan ediyorum; subjektif görüş ve çıkarların (uzmanlıkların) öksesinden kurtulup birleşeceklerini umarak…
Ali Ergin Güran: 01 / 09 / 2021